Bob Marley demiş ki; "herkes sizi incitecek, önemli olan acı çekmeye değecek kişiyi bulmaktır."
Ne kadar kaygan zeminli ilişkiler yaşıyoruz, ne kadar içi boş aşklar yaşıyoruz...
Zamane aşkları: ilk gün: Merhaba, ikinci gün: Seni seviyorum, üçüncü gün: Sensiz yaşayamam, birinci ay: Senden çocuğum olsun istiyorum, 2.ay: Hoşçakal!..
Tahammülsüz ve yorgunuz acaba ondan mı? Yoksa hep geç mi kalıyoruz ya da bize geç mi kalınıyor? Önce uğrayanlar bütün güven ve iyi niyeti yok mu etmiş oluyorlar? Hep yanlış zamanda yanlış kişide miyiz?
Aklıma bir şarkı geliyor: "Terkedip gitmek kolay, alışkanlık kalır sadece geriye ve bir tek o koyar. Yeniden sevmek kolay, başından başlamak gerekir her şeye ve bir tek o yorar."
Yoksa her şey geçici bir heves mi? Hevesin adı aşk mı olmuş?
İlişkiler için emek harcanan dönemler çok mu geride kaldı? Sesini duymadan da bize ait olduğunu hissedebilmek çok mu imkansız oldu? Görüşmemek demek bitmesi mi demek oldu? Teknoloji çağındayız o yüzden mi? "Aramıyorsa sevmiyordur." Bu mudur? Ne zaman insanlar bu kadar ben merkezli oldular, "biz" demekten vazgeçtiler? Bu zihniyetle ne tür bir evlilik yapmayı planlıyorlar? Temeli olmayan bina kaç kata kadar çıkar, kaçıncı katta yıkılır?
Yoksa ben mi çok aptalım?
Yoksa ben mi çok romantiğim?
***
Ayşekız demiş ki:
Ayşe Özyılmazel'in bir yazısını okudum.
Diyor ki; "Sürprizler ilişkinizi terk ettiği zaman.
Onsuz çok eğlenebildiğin zaman.
Sabah olsa da, sessizce işlerimize dağılsak beklentisine girdiğin zaman.
Kahvaltılar bittiği zaman.
Tek başınıza sıkılmaya başladığınız zaman.
O aradığında heyecanla telefonu açmak yerine, işinizi bölmemek için "Sonra ararım" deyip telefonu sessize aldığınız zaman.
Konuşmadığınız zaman.
Onun bütün gün ne yaptığını en ince ayrıntısına kadar merak etmediğiniz zaman.
Çift olarak hayal kurmayı bıraktığınız zaman.
İşte bunların hepsi kırmızı alarm."
Ben katılıyorum söylediklerine ama peki ilişki baştan böyle başlamışsa n'olacak? Balık baştan mı kokmuş oluyor?
İlişkileri başından böyle başlayıp 5 sene devam edip 2 senedir de evli olan bir çift tanıyorum. Kim kime dum dumaydılar. Bu nasıl aşk derdim hep içimden. Biri gece dışarı çıkardı haber verme tenezzülünde bulunmazdı, öteki işim de işim derdi başka şey düşünmezdi. 2 senedir evliler, mutlu da gibiler ama hala garip geliyor bana...
O zaman bu durumda, her ilişkinin kendine göre bir çarkı yoktur. Ayşe Özyılmazel'in dediğine göre herkesin ilişkiyi yaşama biçimi aynı olmaz mı? Tek doğru mu vardır aşkta? Yoksa bunlar genel geçer kurallar mıdır?..
***
Seven sevdiğini hissettirir. O yolla ya da bu yolla. Gözden uzak olan gönülden ırak olmaz, gönülden uzaklaşan gözden de ıraklaşır. Sanırım tüm mesele bu...
Kral der ki: Her şey bir yana, en zor olanı, unutmak için en mutlu olduğumuz anları öldürmemiz gerekiyor.
23 Mart 2012 Cuma
13 Mart 2012 Salı
Yalnız kadın sendromu
Dün George Clooney'nin, orjinal adı The Descendants olan, Türkçe'ye "Senden bana kalan" diye çevrilmiş bir filmini iztedim.
Filmde, karısı bir tekne kazası sonucu komaya giren ve uyanamayacak olan bir adamın, karısının yaşam ünitesi fişi çekilmeden önce yaşadıkları anlatılıyor.
Karısı ölüm döşeğindeyken, aldatıldığını öğreniyor bizim masum, zengin, işkolik kahramanımız Matt (!) Ve film bunun üzerine ilerliyor. Meğer karısı ölmeseymiş Matt'dan boşanmaya hazırlanıyormuş çünkü aşık olmuş!.. Aldatıldığı adam bulunuyor, yüzleşiliyor... Ve ortaya çıkıyor ki karısının sevgilisi evli, mutlu, çocuklu bir adam. Hem de kendi karısını gerçekten çok seviyor! Anlık bir şehvetle başlayan, sonrasında da karşı koyulamayan, sevgiden yoksun, sadece seks içerikli bir ilişki bu sadakatsiz kocaya göre.
Film aldatılan eşin dramını anlatıyor. Filmin başından sonuna kadar erkek kahraman haklı, karısı yerden yere vuruluyor. Sadakatsizlik etmiş çünkü (!) Filmin kadın ruhundan anlamayan erkek bir senarist tarafından yazıldığı, çizildiği, erkek yönetmen tarafından yönetildiği o kadar belli ki!..
Ben asıl dramı ölüm döşeğindeki o zavallı kadında gördüm. Ölümü bekleyen kadın, yıllar boyu kocasının ilgisinden, şefkatinden yoksun kalmış bir kadın. Haliyle çok sosyal, evde bulamadığı mutluluğu dışarda arayan, kendini arkadaşlarıyla oyalayan bir kadın. 2 çocuğunu da tek başına büyütmüş, masum (!) kocanın çocuklarıyla en son yalnız ilgilendiği zaman çocuklar 3 yaşındayken! Neden? Çünkü aldatılan kocanın işleri var! O bir iş adamı! Parasına para katmalı!
Bu şekilde 20 yıl yaşadıktan sonra bu kadın tekrar aşkı tatmış çok mu? Erkek yapınca elinin kiri, kadın yapınca namussuz mu? "Yapana değil yaptırana bak" diye bir laf yok mu? Bir kere hiçbir kadın seks için aldatmaz! Şefkat ve sevilmek için başka kollara gider kadın.
Ayrıca bu kadına üzülmemin ikinci sebebi de, uğruna kocasını terk edeceği adamın onu sevmiyor olması! Onunla sadece seks ve heyecan için birlikte olması!
Şimdi söyler misiniz, burdaki gerçek dram kimde? Zengin, umursamaz, işkolik kocada mı? Yalnız, mutsuz, umutsuz kadında mı?
Her zaman söylüyorum; "aslında giden değil, kalandır çoğu zaman terkeden... Giden de bu yüzden gitmiştir zaten!"
Filmde, karısı bir tekne kazası sonucu komaya giren ve uyanamayacak olan bir adamın, karısının yaşam ünitesi fişi çekilmeden önce yaşadıkları anlatılıyor.
Karısı ölüm döşeğindeyken, aldatıldığını öğreniyor bizim masum, zengin, işkolik kahramanımız Matt (!) Ve film bunun üzerine ilerliyor. Meğer karısı ölmeseymiş Matt'dan boşanmaya hazırlanıyormuş çünkü aşık olmuş!.. Aldatıldığı adam bulunuyor, yüzleşiliyor... Ve ortaya çıkıyor ki karısının sevgilisi evli, mutlu, çocuklu bir adam. Hem de kendi karısını gerçekten çok seviyor! Anlık bir şehvetle başlayan, sonrasında da karşı koyulamayan, sevgiden yoksun, sadece seks içerikli bir ilişki bu sadakatsiz kocaya göre.
Film aldatılan eşin dramını anlatıyor. Filmin başından sonuna kadar erkek kahraman haklı, karısı yerden yere vuruluyor. Sadakatsizlik etmiş çünkü (!) Filmin kadın ruhundan anlamayan erkek bir senarist tarafından yazıldığı, çizildiği, erkek yönetmen tarafından yönetildiği o kadar belli ki!..
Ben asıl dramı ölüm döşeğindeki o zavallı kadında gördüm. Ölümü bekleyen kadın, yıllar boyu kocasının ilgisinden, şefkatinden yoksun kalmış bir kadın. Haliyle çok sosyal, evde bulamadığı mutluluğu dışarda arayan, kendini arkadaşlarıyla oyalayan bir kadın. 2 çocuğunu da tek başına büyütmüş, masum (!) kocanın çocuklarıyla en son yalnız ilgilendiği zaman çocuklar 3 yaşındayken! Neden? Çünkü aldatılan kocanın işleri var! O bir iş adamı! Parasına para katmalı!
Bu şekilde 20 yıl yaşadıktan sonra bu kadın tekrar aşkı tatmış çok mu? Erkek yapınca elinin kiri, kadın yapınca namussuz mu? "Yapana değil yaptırana bak" diye bir laf yok mu? Bir kere hiçbir kadın seks için aldatmaz! Şefkat ve sevilmek için başka kollara gider kadın.
Ayrıca bu kadına üzülmemin ikinci sebebi de, uğruna kocasını terk edeceği adamın onu sevmiyor olması! Onunla sadece seks ve heyecan için birlikte olması!
Şimdi söyler misiniz, burdaki gerçek dram kimde? Zengin, umursamaz, işkolik kocada mı? Yalnız, mutsuz, umutsuz kadında mı?
Her zaman söylüyorum; "aslında giden değil, kalandır çoğu zaman terkeden... Giden de bu yüzden gitmiştir zaten!"
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)