İstanbul uyuyor
Ben ayaktayım
Tüm fazla uykularımın acısını çıkarırcasına uykusuzum
Yalnızım uzun zamandan sonra bu evde
Gözlerim şiş
Özledim tek bir erkeği
Başım ağrıyor
Uyumak istemiyorum
Saat 8 buçuk
Dışarı çıkıp balıklara yem mi atsam?
Denizi mi izlesem?
Kızar mı köpekler erken bir pazar sabahı sokakları ihlal ettim diye?
Beni gördüğünde ne diyeceğim ben sana gözlerimin hali için?
Çok kitap okudum mu? Gribim azdı mı?
Yoksa köpeğime mi suçu atacağım bütün gece beni uyutmadı diye?
İstemiyorum hiçbir erkeğimi aramak bana kol kanat germeleri için
Gözyaşlarımı silmeleri için
Çoklu kişilik bozukluğu yaşıyorum ben desem korkar mısın benden?
Korkma her kadında vardır çok kişilik
Sabaha kadar ağlayıp ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi davranan varlığa boşuna kadın dememişler
İlk defa hayal kurmuyorum, biliyor musun?
Biliyorum her telden konuşuyorum
Ne dediğimi anlamıyorsun bile
Eseni yazıyorum
Beynimin içindeki seslerle sohbet bunlar
Psikoz sanıyorsun belki de
Kim bilir... Belki de öyledir...
Aslında tek demek istediğim;
Korkuyorum...
Sevinçlerim hep kursağımda kalır benim
Korkuyorum büyüsünün bozulmasından
Korkuyorum mutlu olmaktan
27 Şubat 2012 Pazartesi
20 Şubat 2012 Pazartesi
Trip atmak kızların ata sporudur
Erkeğinde trip atanı hiç çekilmiyor be arkadaşım!
Trip dişilere özgü bir davranış biçimidir diye bilirim ben. İnsanlığın ilk tarihinden beri bu böyle değil midir? Erkek avcıdır, kadın toplayıcı! Kadın nazlanır, erkek kovalar. Çünkü erkek egosu için de kadın egosu için de bu böyle olmalıdır. Böyle yaratılmışız çünkü!
Peki son zamanlarda trip atan erkeklerin sayısının çoğalmasının nedeni nedir? Alınan, kırılan, dökülen erkeklerin psikolojisinin derinlerinde ne yatıyor?
Ağır mı daldım mevzuya?
Vallahi amacım kimseyi incitmek değil, anlamak istiyorum sadece. Son zamanlarda erkeklerde böyle bir küsmeler, kırılmalar, tripler, afralar, tafralar falan... Sevgili tribinden bahsetmiyorum ha,-hoş trip atan erkeğin her türlüsü beni iğreti etmiştir de, neyse- erkekler normal kız arkadaşlarına hatta erkek arkadaşlarına falan trip atıyorlar! Gerçekten! Birçok kez buna şahit olduğum için bana da yazmak farz oldu artık diye düşündüm.
Küçük çocukları düşünelim. Kız çocukları aralarında kavga ettiler mi birbirlerine küserler, geri çekilir, trip atarlar. Erkek çocuklarıysa ileri atılır, kavga eder, güç gösterisi yaparlar. Netice itibariyle de güçlü olan kazanır, zayıf halka elenir! Kimse kimseye trip atmaz. Değil mi?
Peki günümüzde bu "koca eşeklerin" tribal enfeksiyon kapmalarının nedeni ne? Tribin temelinde ilgi ihtiyacı yatar. Kızların kavga sonrası "sev beni" deme biçimidir. Peki erkeklerde ne zaman böyle bir duygusal boşluk oluştu da her önüne gelenden şefkat bekler oldular? Erkek adam şefkati bir annesinden, bir sevdiğinden bekler benim bildiğim. Çocukken kaba kuvvetle kalp kırıklıklarını gidermeye çalışan erkekler büyünce neden küsmeye başladılar? Erkek adam iş arkadaşına, yakın kız arkadaşına trip atar mı yahu?
Trip atan, kaprisli erkek hiç çekilmez erkek grubu! Bence ayna tutulması gereken bir konu...
Hele ki tripcan Türk erkeği; fena fenaa... Hiç yakışmıyor.
Trip dişilere özgü bir davranış biçimidir diye bilirim ben. İnsanlığın ilk tarihinden beri bu böyle değil midir? Erkek avcıdır, kadın toplayıcı! Kadın nazlanır, erkek kovalar. Çünkü erkek egosu için de kadın egosu için de bu böyle olmalıdır. Böyle yaratılmışız çünkü!
Peki son zamanlarda trip atan erkeklerin sayısının çoğalmasının nedeni nedir? Alınan, kırılan, dökülen erkeklerin psikolojisinin derinlerinde ne yatıyor?
Ağır mı daldım mevzuya?
Vallahi amacım kimseyi incitmek değil, anlamak istiyorum sadece. Son zamanlarda erkeklerde böyle bir küsmeler, kırılmalar, tripler, afralar, tafralar falan... Sevgili tribinden bahsetmiyorum ha,-hoş trip atan erkeğin her türlüsü beni iğreti etmiştir de, neyse- erkekler normal kız arkadaşlarına hatta erkek arkadaşlarına falan trip atıyorlar! Gerçekten! Birçok kez buna şahit olduğum için bana da yazmak farz oldu artık diye düşündüm.
Küçük çocukları düşünelim. Kız çocukları aralarında kavga ettiler mi birbirlerine küserler, geri çekilir, trip atarlar. Erkek çocuklarıysa ileri atılır, kavga eder, güç gösterisi yaparlar. Netice itibariyle de güçlü olan kazanır, zayıf halka elenir! Kimse kimseye trip atmaz. Değil mi?
Peki günümüzde bu "koca eşeklerin" tribal enfeksiyon kapmalarının nedeni ne? Tribin temelinde ilgi ihtiyacı yatar. Kızların kavga sonrası "sev beni" deme biçimidir. Peki erkeklerde ne zaman böyle bir duygusal boşluk oluştu da her önüne gelenden şefkat bekler oldular? Erkek adam şefkati bir annesinden, bir sevdiğinden bekler benim bildiğim. Çocukken kaba kuvvetle kalp kırıklıklarını gidermeye çalışan erkekler büyünce neden küsmeye başladılar? Erkek adam iş arkadaşına, yakın kız arkadaşına trip atar mı yahu?
Trip atan, kaprisli erkek hiç çekilmez erkek grubu! Bence ayna tutulması gereken bir konu...
Hele ki tripcan Türk erkeği; fena fenaa... Hiç yakışmıyor.
11 Şubat 2012 Cumartesi
Sosyal kelebeğin kozasına dönüşü
Sosyal hayattan neden elimi eteğimi bu kadar çektiğimi soruyorlar. Kendimi neden eve kapatıyormuşum? Bir sorunum olduğunu bile düşünenler varmış meğer...
Hayır, bir problemim olmadığına %100 eminim. Hatta, hayatımın hiçbir döneminde kendimi bu denli dingin, huzurlu ve berrak zihinli hissetmediğimi söyleyebilirim. Hayatımda ilk defa kendimi pozitif olmaya zorlamıyorum. İçten gelen enteresan bir "optimistic"lik oluştu bende.
14 yaşındayken yakın bir arkadaşımın, İstanbullu dayısı omzumdaki dövmeyi görünce bana "hayatı çok erken yaşamaya başlamışsın, dikkat et erken sıkılırsın" demişti. Anlamamıştım. Dövmeyle hayatın ne alakası var demiştim. Dövmeyle hayatın alakası yokmuş da dayının ne demek istediğini 10 sene sonra anladım!..
Ajandasız yaşayamayan bir insandım ben! Her gün bir programı olan, ev fobisi olan... Ev oteldi benim için; duş alınan, uyunan... Zaman zaman da party verilen... Telefonum az çaldığı zamanlar moralim bozulurdu benim. Şimdiyse elimden gelse telefonu hiç açmayacağım!
Hep çok hızlı koştum, akranlarımdan birkaç adım ilerde olmak için. Haliyle erken yoruldum. Hoş, hızlı koşupta değişen bir şey de olmadı...
Neden dışarı çıkayım şimdi ben? İnsanların nasıl yüze gülüp arkadan dedikodusunu yaptığını görmek için mi? Bir erkeğin bir kızı yatağa atabilmek için kendini ne kadar düşürebildiğine şahit olmak için mi? İnsanların nasıl su içer gibi yalan söylediğini izlemek için mi? İnsanların aslında ne kadar mutsuz olduğuna tanık olmak için mi?
Ne var dışarda eksik kaldığım, kaçırdığım? İnsanların güvenilmeyecek pislikler olduğunu öğrenecek kadar sosyalleştim yıllarca. Şu saatten sonra yalancı insanların arasında anlık kahkahaları neyleyim ben?
Sosyalliğin getirdiği ağırlıklardan biri de sürekli herkese politik davranma zorunluluğu. Söyleyemiyorsunuz birinin yüzüne aslında onun beş para etmeyen bir insan olduğunu çünkü sürekli birbirinizin yüzüne bakıyorsunuz. Çünkü siz ortam arkadaşısınız! Ne birbirinize hatalarınızı söyleyecek kadar yakın, ne de sevmeyecek kadar uzak.
Saatlerce birileriyle bir cafede tıkılıp kalıp ne konuşacağım? Beni ilgilendirmiyor kızların sevgilileriyle ilgili sorunları ya da yeni aldıkları bilmem neleri. Beni ilgilendirmiyor erkeklerin geyik muhabbetleri.
Nadir dışarı çıktığım zamanlarda bana soruyorlar neden eğlenmediğimi, dans falan etmediğimi. Gerçekten mutlu olacak bir sebebim yokken niye dans edeyim? Gülünç geliyor...
Bunlardan bıktım işte ben. Bu kategoridekileri minimuma indirdim ben. Yoksa münzevi bir hayat yaşadığım falan yok."Kaliteli zaman" olayını öğrendim. Azın öz olduğunu anladım. Keyfi o zaman çıkıyor...
Bana ailem, 3-5 yakın arkadaşım, sevdiğim adam ve kitaplarım yeter de artar. Evimde, elimde çayım, denizi izleyerek "beyaz atlı prensimle" ilgili hayaller kurmak kadar beni keyiflendirmiyor dışarısı...
Bensiz eğlenin dostlarım, ben evimde rahatım, belki bahara açılırım... ;)
Hayır, bir problemim olmadığına %100 eminim. Hatta, hayatımın hiçbir döneminde kendimi bu denli dingin, huzurlu ve berrak zihinli hissetmediğimi söyleyebilirim. Hayatımda ilk defa kendimi pozitif olmaya zorlamıyorum. İçten gelen enteresan bir "optimistic"lik oluştu bende.
14 yaşındayken yakın bir arkadaşımın, İstanbullu dayısı omzumdaki dövmeyi görünce bana "hayatı çok erken yaşamaya başlamışsın, dikkat et erken sıkılırsın" demişti. Anlamamıştım. Dövmeyle hayatın ne alakası var demiştim. Dövmeyle hayatın alakası yokmuş da dayının ne demek istediğini 10 sene sonra anladım!..
Ajandasız yaşayamayan bir insandım ben! Her gün bir programı olan, ev fobisi olan... Ev oteldi benim için; duş alınan, uyunan... Zaman zaman da party verilen... Telefonum az çaldığı zamanlar moralim bozulurdu benim. Şimdiyse elimden gelse telefonu hiç açmayacağım!
Hep çok hızlı koştum, akranlarımdan birkaç adım ilerde olmak için. Haliyle erken yoruldum. Hoş, hızlı koşupta değişen bir şey de olmadı...
Neden dışarı çıkayım şimdi ben? İnsanların nasıl yüze gülüp arkadan dedikodusunu yaptığını görmek için mi? Bir erkeğin bir kızı yatağa atabilmek için kendini ne kadar düşürebildiğine şahit olmak için mi? İnsanların nasıl su içer gibi yalan söylediğini izlemek için mi? İnsanların aslında ne kadar mutsuz olduğuna tanık olmak için mi?
Ne var dışarda eksik kaldığım, kaçırdığım? İnsanların güvenilmeyecek pislikler olduğunu öğrenecek kadar sosyalleştim yıllarca. Şu saatten sonra yalancı insanların arasında anlık kahkahaları neyleyim ben?
Sosyalliğin getirdiği ağırlıklardan biri de sürekli herkese politik davranma zorunluluğu. Söyleyemiyorsunuz birinin yüzüne aslında onun beş para etmeyen bir insan olduğunu çünkü sürekli birbirinizin yüzüne bakıyorsunuz. Çünkü siz ortam arkadaşısınız! Ne birbirinize hatalarınızı söyleyecek kadar yakın, ne de sevmeyecek kadar uzak.
Saatlerce birileriyle bir cafede tıkılıp kalıp ne konuşacağım? Beni ilgilendirmiyor kızların sevgilileriyle ilgili sorunları ya da yeni aldıkları bilmem neleri. Beni ilgilendirmiyor erkeklerin geyik muhabbetleri.
Nadir dışarı çıktığım zamanlarda bana soruyorlar neden eğlenmediğimi, dans falan etmediğimi. Gerçekten mutlu olacak bir sebebim yokken niye dans edeyim? Gülünç geliyor...
Bunlardan bıktım işte ben. Bu kategoridekileri minimuma indirdim ben. Yoksa münzevi bir hayat yaşadığım falan yok."Kaliteli zaman" olayını öğrendim. Azın öz olduğunu anladım. Keyfi o zaman çıkıyor...
Bana ailem, 3-5 yakın arkadaşım, sevdiğim adam ve kitaplarım yeter de artar. Evimde, elimde çayım, denizi izleyerek "beyaz atlı prensimle" ilgili hayaller kurmak kadar beni keyiflendirmiyor dışarısı...
Bensiz eğlenin dostlarım, ben evimde rahatım, belki bahara açılırım... ;)
9 Şubat 2012 Perşembe
Fashion week beni neden artık cezbetmiyor?
Çok değil, 1 sene öncesine kadar şu cümleyi kullanıyordum: "Bana moda kadar hiçbir şey heyecan vermiyor!"
Bugünse, modanın bana heyecan vermekten çok uzak olduğunu söyleyebilirim. Garip değil mi, 1 sene sonrasında kendimle böyle çelişmem?
İstanbul Fashion Week dün başladı. Benim katıldığım 4. fashion week. İlk üçünde öyle heyecanlı ve mutluydum ki. Sanki işim gereği ordaymışım gibi elimde kağıtlar, kalemler, fotoğraf makinası pür dikkat izliyordum tasarımları. Tüm gözlemlerimi de sanki bir görevmişcesine blogumda paylaşıyordum. Ve gerçekten inanılmaz yorucu oluyordu, onlarca tasarımcının defilesini izleyip, sonrasında detaylarını inceleyip, bunları bloga dökmek. 4 günün sonunda resmen bitap düşüyordum, dinlenme ihtiyacı hissediyordum. Yani o kadar büyük bir tutkuydu benim için "fashion".
Bu sefer baştan kendime söyledim, sadece keyif almak için gideceğim IFW'ye diye. Not almak yok! Fotoğraf yok!
Dün moda haftamızın ilk günüydü. Artık seyircilerde bile kemikleşmiş bir kadro var. Herkes birbirini tanıyor. İtkib ekibinden tutun, basına, seyircilerden tutun, tasarımcılara... "İlk seferi" olan izleyicilerin heyecanı gözlerinden okunuyor. Çünkü gerçekten farklı bir ortam...
Merhabalaşmalardan, yeni tanışılanlarla kartvizit değiştokuşlarından sonra, ifw çadırını incelemeye koyuldum. Fark ettim ki, her geçen sezon fashion week ekibi de hatalarından ders çıkarıyor ve kendini yeniliyor. Tabi ki yine aksaklıklar vardı; güvenlik görevlilerinin show esnasında podyuma çok yakın durmaları, basının yine yolu kapatması gibi... Uluslararası standartlara gelmemize daha çok var ama net bir şekilde söyleyebilirim ki, son moda haftasıyla kıyaslandığında büyük gelişme kaydedilmiş.
Nedir bu gelişmeler? Bir kere defile alanında seyircilerin oturumuyla ilgili büyük bir düzen sağlanmış, pr ekibi bu sefer birbirinden haberdar ve koordineliydi. Lounge kısmı oldukça geniş ve rahattı. Yiyecek, içecek bu sefer ikram değil menüyle satılıyordu ve bence çok daha iyi oldu. İkram olduğunda içecek bir su bile bulunamıyordu bazen, "şıkır şıkır" giysilerle İstiklal sokaklarına dökülüp bir suyun peşine düşmek zorunda kalınabiliyordu. Tuvaletler yine seyyar karavanlardaydı, içlerinde sabit duran birer temizlik görevlileriyle. Karavanları hemen çadır çıkışına konumlandırmaları soğukta yürümek zorunda kalmamak için akıllıca verilmiş bir karar. Tuvaletler kilolu insanların rahat kullanamayacağı ölçülerde olsa da, ordaki en kilolu insanın benim ölçülerimde olduğunu baz alırsak ve ben de rahatlıkla sığdığımı söylersem, tuvaletlerden de artı puan alıyorlar. Temizdi, en önemlisi de bu sanırım!
Ve sırasıyla defileleri izlemeye başladım... Defileleri ve etrafımı... Kimse kırılmasın, yalan bir dünyada yaşayan, maskeli insanlar! İzleyiciler arasındaki stil sahibi, marjinal gayleri tanımayanlar her birini birer "Dolce" veya "Gabbana" sanabilirler. Tanıyanlarsa, after partylerden sonra tanımadığı (!) insanların peşine takılıp, bedava eğlence peşinde olan, parasız çocuklar olduğunu bilirler. Zavallı (!)kızcağızlardan söz etmiyorum bile. Peki o seyircilerden, o tasarımları satın alan kaç kişi var? Seyirci dediğimiz grup zaten yönetim kurulu, yönetim kurulunun misafirleri, yabancı basın, bloggerlar, dergiciler, tasarımcıların eşi, dostu, ahbabı, hatta ne yazık ki (!) bazı tasarımcıların konu komşusu ve müşterileri ve o saydığım "looser" grup. Müşteriler ne kadar küçük bir grubu oluşturdu fark ettiniz mi? Burdan şu sonuç çıkıyor ki, Türkiye'de fashion week basın ve reklam için yapılıyor. Eleştirmiyorum, ne olması beklenebilirdi ki? Bloggerların bu kadar önem kazanmasının başka ne nedeni olabilirdi ki?
Neden defileleri ilk defa etkilenmeden izledim? Çünkü hep aynı nakarat! Farklı olarak, yeni bir tasarımcının kürk ve deri koleksiyonunu izledik. Onda da yüreğim ağzımdaydı "Tanrım bunlar gerçek olamaz değil mi?" diye. Sonra "gözümü belertip" bakınca gerçek olmadığını anladım ve rahatladım. İşin ticari boyutunu da bildiğim için neden bunları satın alıyor insan dedim. Maliyeti ortada, konfeksiyonun kalitesi ortada, tasarımın çok da bir "tasarım" olmadığı ortada, o zaman neden bu kadar parayı veriyor insan?
1 sene öncesinde biri bana bunu söylediğinde, "ama onlar tasarııııımmmm, emeğe veriliyor o paraaaa" diye ben (!) cevap veriyordum. Şimdiyse diyorum ki, o kadar fakir insan var, mutsuz bir ülkeyiz, hayat Türkiye'de mücadeleden ibaret, refah düzeyimiz o kadar aşağılarda ki; "bana ne senin tasarımından!"
Tasarımcılara lafım yok, onların ekmeği bu. Bu işten para kazanıyorlar, tabi ki ne gerekirse yapacaklar! Olması gereken bu! Seçim de müşteri ve izleyiciye ait.
Ben de seçimimi yaptım, artık moda beni cezbetmeyen bir şey! Moda zaten bana göre doğru giyim ve kurallarından ibaret bir şeydir. Yani bana göre zaten, modayı takip etmek değil, stil sahibi olmaktır önemli olan. O zaman artık moda benim için kalbim çarpmadan, sadece bir film, tiyatro, sergi ya da sanat eseri izlediğim gibi izleyeceğim bir şey!..
Kral der ki: Bu kadar şey yazdım, korktum şimdi. Hadi beni bugün "sen bizim sırlarımızı ifşa ediyorsun" diye içeri almadılar? ;)
Bugünse, modanın bana heyecan vermekten çok uzak olduğunu söyleyebilirim. Garip değil mi, 1 sene sonrasında kendimle böyle çelişmem?
İstanbul Fashion Week dün başladı. Benim katıldığım 4. fashion week. İlk üçünde öyle heyecanlı ve mutluydum ki. Sanki işim gereği ordaymışım gibi elimde kağıtlar, kalemler, fotoğraf makinası pür dikkat izliyordum tasarımları. Tüm gözlemlerimi de sanki bir görevmişcesine blogumda paylaşıyordum. Ve gerçekten inanılmaz yorucu oluyordu, onlarca tasarımcının defilesini izleyip, sonrasında detaylarını inceleyip, bunları bloga dökmek. 4 günün sonunda resmen bitap düşüyordum, dinlenme ihtiyacı hissediyordum. Yani o kadar büyük bir tutkuydu benim için "fashion".
Bu sefer baştan kendime söyledim, sadece keyif almak için gideceğim IFW'ye diye. Not almak yok! Fotoğraf yok!
Dün moda haftamızın ilk günüydü. Artık seyircilerde bile kemikleşmiş bir kadro var. Herkes birbirini tanıyor. İtkib ekibinden tutun, basına, seyircilerden tutun, tasarımcılara... "İlk seferi" olan izleyicilerin heyecanı gözlerinden okunuyor. Çünkü gerçekten farklı bir ortam...
Merhabalaşmalardan, yeni tanışılanlarla kartvizit değiştokuşlarından sonra, ifw çadırını incelemeye koyuldum. Fark ettim ki, her geçen sezon fashion week ekibi de hatalarından ders çıkarıyor ve kendini yeniliyor. Tabi ki yine aksaklıklar vardı; güvenlik görevlilerinin show esnasında podyuma çok yakın durmaları, basının yine yolu kapatması gibi... Uluslararası standartlara gelmemize daha çok var ama net bir şekilde söyleyebilirim ki, son moda haftasıyla kıyaslandığında büyük gelişme kaydedilmiş.
Nedir bu gelişmeler? Bir kere defile alanında seyircilerin oturumuyla ilgili büyük bir düzen sağlanmış, pr ekibi bu sefer birbirinden haberdar ve koordineliydi. Lounge kısmı oldukça geniş ve rahattı. Yiyecek, içecek bu sefer ikram değil menüyle satılıyordu ve bence çok daha iyi oldu. İkram olduğunda içecek bir su bile bulunamıyordu bazen, "şıkır şıkır" giysilerle İstiklal sokaklarına dökülüp bir suyun peşine düşmek zorunda kalınabiliyordu. Tuvaletler yine seyyar karavanlardaydı, içlerinde sabit duran birer temizlik görevlileriyle. Karavanları hemen çadır çıkışına konumlandırmaları soğukta yürümek zorunda kalmamak için akıllıca verilmiş bir karar. Tuvaletler kilolu insanların rahat kullanamayacağı ölçülerde olsa da, ordaki en kilolu insanın benim ölçülerimde olduğunu baz alırsak ve ben de rahatlıkla sığdığımı söylersem, tuvaletlerden de artı puan alıyorlar. Temizdi, en önemlisi de bu sanırım!
Ve sırasıyla defileleri izlemeye başladım... Defileleri ve etrafımı... Kimse kırılmasın, yalan bir dünyada yaşayan, maskeli insanlar! İzleyiciler arasındaki stil sahibi, marjinal gayleri tanımayanlar her birini birer "Dolce" veya "Gabbana" sanabilirler. Tanıyanlarsa, after partylerden sonra tanımadığı (!) insanların peşine takılıp, bedava eğlence peşinde olan, parasız çocuklar olduğunu bilirler. Zavallı (!)kızcağızlardan söz etmiyorum bile. Peki o seyircilerden, o tasarımları satın alan kaç kişi var? Seyirci dediğimiz grup zaten yönetim kurulu, yönetim kurulunun misafirleri, yabancı basın, bloggerlar, dergiciler, tasarımcıların eşi, dostu, ahbabı, hatta ne yazık ki (!) bazı tasarımcıların konu komşusu ve müşterileri ve o saydığım "looser" grup. Müşteriler ne kadar küçük bir grubu oluşturdu fark ettiniz mi? Burdan şu sonuç çıkıyor ki, Türkiye'de fashion week basın ve reklam için yapılıyor. Eleştirmiyorum, ne olması beklenebilirdi ki? Bloggerların bu kadar önem kazanmasının başka ne nedeni olabilirdi ki?
Neden defileleri ilk defa etkilenmeden izledim? Çünkü hep aynı nakarat! Farklı olarak, yeni bir tasarımcının kürk ve deri koleksiyonunu izledik. Onda da yüreğim ağzımdaydı "Tanrım bunlar gerçek olamaz değil mi?" diye. Sonra "gözümü belertip" bakınca gerçek olmadığını anladım ve rahatladım. İşin ticari boyutunu da bildiğim için neden bunları satın alıyor insan dedim. Maliyeti ortada, konfeksiyonun kalitesi ortada, tasarımın çok da bir "tasarım" olmadığı ortada, o zaman neden bu kadar parayı veriyor insan?
1 sene öncesinde biri bana bunu söylediğinde, "ama onlar tasarııııımmmm, emeğe veriliyor o paraaaa" diye ben (!) cevap veriyordum. Şimdiyse diyorum ki, o kadar fakir insan var, mutsuz bir ülkeyiz, hayat Türkiye'de mücadeleden ibaret, refah düzeyimiz o kadar aşağılarda ki; "bana ne senin tasarımından!"
Tasarımcılara lafım yok, onların ekmeği bu. Bu işten para kazanıyorlar, tabi ki ne gerekirse yapacaklar! Olması gereken bu! Seçim de müşteri ve izleyiciye ait.
Ben de seçimimi yaptım, artık moda beni cezbetmeyen bir şey! Moda zaten bana göre doğru giyim ve kurallarından ibaret bir şeydir. Yani bana göre zaten, modayı takip etmek değil, stil sahibi olmaktır önemli olan. O zaman artık moda benim için kalbim çarpmadan, sadece bir film, tiyatro, sergi ya da sanat eseri izlediğim gibi izleyeceğim bir şey!..
Kral der ki: Bu kadar şey yazdım, korktum şimdi. Hadi beni bugün "sen bizim sırlarımızı ifşa ediyorsun" diye içeri almadılar? ;)
6 Şubat 2012 Pazartesi
Tek mi çift mi?
Malum, sevgililer günü geliyor...
Şehrin her yerini şimdiden kalpler, kelebekler, çiçekler, böcekler kaplamış. Twitter'da 14 Şubat geyikleri dönmeye başlayalı 1 hafta oldu. Dergilerde kırmızı donlar, sutyenler... Ateşli 14 Şubat gecesi için öneriler... (Zaten dergilere göre millet bir yılbaşında, bir de sevgililer gününde sevişiyor!)
Zavallı işletmelerse haliyle rant peşinde. Telefonuma günde en az 5 tane sevgililer günü kampanya mesajı geliyor. Gazetede 24 ay taksitle tek taş satıldığını bile okudum ve yuhh dedim!! Pess dedim!! Yazmazsam çatlarım dedim!
Tamam her kızın tek taş hayali vardır. Her kız, sevdiği erkeğin, sağ yüzük parmağına o parlak, muhteşem şeyi takacağı günün hayaliyle yaşar. Hatta ben ki ortada damat adayı bile yokken Kapalıçarşı'da yüzük denemiş insanım. (İlk tek taş denememse üniversite yıllarıma dayanır. O yıllarda birlikte gidip "looser looser" tek taş denediğimiz arkadaşım şimdilerde evli ve "tek taşını kesinlikle kendi almadı!")
Bilmeyenler için ufak bir bilgi geçeyim. Ortalama özelliklerde -yani benim fiyatlarını hiç bilmeden "hıımmm bu iyiymiş" dediğim- yüzüğün fiyatı 10 000 TL!! Durun durun hemen panik olmayın 3000'e 5000'e de var pırlantalar. Hatta daha da ucuza var da onlara mikroskopla bakmanız gerekiyor. "Önemli olan boyu değil işlevi" meselesi burda da devreye giriyor! Pırlantanın fiyatını 4C dedikleri karat, berraklık, renk, kesim unsurları belirler. Yani, büyükse pahalıdır olayı tam olarak doğru sayılmıyor. Boşuna değil kocaman zirkon taşını parlatıp parlatıp 300-500 TL ye satıp her kızı mutlu etmeye çalışmaları. "Büyük" merakı başa bela! ;) (Hoş sahte bir şeyle de neden mutlu olunur o da bir muamma)
Neyse... Gelelim benim merakıma. Gerçekten o kadar merak ediyorum ki hangi "süperzeka" gider 24 ay taksitle tek taş alır? Araba mı alıyorsun arkadaşım 24 aya? Tek taş bir lüks değil midir? Paran varsa bastırırsın parayı, sevgilini/eşini mutlu etmek için alırsın tek taş mı üç taş mı ne istiyorsan, yoksa, bütçen neye yetiyorsa gider onu alırsın. Bütçenin olmadığını bildiği halde de senden "24 ay taksitli tek taşı" bekleyen kıza da kusura bakmayın da yol verirsiniz gider! Bu nasıl bir özentiliktir? Bu nasıl bir görgüsüzlüktür? İnsanlar ne zaman böyle "ne oldum delisi" oldular?
Yok illa da ben hatunumu mutlu edeceğim, aç yaşayacağım yine de 24 ay taksitli tek taş alacağım diyenlere de benden bir tavsiye, bari gidin tek taşınızı sertifikalı alın da satarken para etsin. Allah muhafaza, 24 ayın herhangi bir ayında kızcağız, "tek taşım var ama açım" diye ağlamaya başlarsa satmak zorunda kalırsanız diye...
Aşağıda "örnek" bir sevgililer günü kavgası... ;)
Kral der ki: Elin kızı 24 ay vadeli yüzüğünü beğenmez, bense bir "aşkımsın" lafına pert olurum. Ahhh ahh iflah olmaz bir romantiğim n'apalım... Ya da aptalım, bilemedim... :))
Şehrin her yerini şimdiden kalpler, kelebekler, çiçekler, böcekler kaplamış. Twitter'da 14 Şubat geyikleri dönmeye başlayalı 1 hafta oldu. Dergilerde kırmızı donlar, sutyenler... Ateşli 14 Şubat gecesi için öneriler... (Zaten dergilere göre millet bir yılbaşında, bir de sevgililer gününde sevişiyor!)
Zavallı işletmelerse haliyle rant peşinde. Telefonuma günde en az 5 tane sevgililer günü kampanya mesajı geliyor. Gazetede 24 ay taksitle tek taş satıldığını bile okudum ve yuhh dedim!! Pess dedim!! Yazmazsam çatlarım dedim!
Tamam her kızın tek taş hayali vardır. Her kız, sevdiği erkeğin, sağ yüzük parmağına o parlak, muhteşem şeyi takacağı günün hayaliyle yaşar. Hatta ben ki ortada damat adayı bile yokken Kapalıçarşı'da yüzük denemiş insanım. (İlk tek taş denememse üniversite yıllarıma dayanır. O yıllarda birlikte gidip "looser looser" tek taş denediğimiz arkadaşım şimdilerde evli ve "tek taşını kesinlikle kendi almadı!")
Bilmeyenler için ufak bir bilgi geçeyim. Ortalama özelliklerde -yani benim fiyatlarını hiç bilmeden "hıımmm bu iyiymiş" dediğim- yüzüğün fiyatı 10 000 TL!! Durun durun hemen panik olmayın 3000'e 5000'e de var pırlantalar. Hatta daha da ucuza var da onlara mikroskopla bakmanız gerekiyor. "Önemli olan boyu değil işlevi" meselesi burda da devreye giriyor! Pırlantanın fiyatını 4C dedikleri karat, berraklık, renk, kesim unsurları belirler. Yani, büyükse pahalıdır olayı tam olarak doğru sayılmıyor. Boşuna değil kocaman zirkon taşını parlatıp parlatıp 300-500 TL ye satıp her kızı mutlu etmeye çalışmaları. "Büyük" merakı başa bela! ;) (Hoş sahte bir şeyle de neden mutlu olunur o da bir muamma)
Neyse... Gelelim benim merakıma. Gerçekten o kadar merak ediyorum ki hangi "süperzeka" gider 24 ay taksitle tek taş alır? Araba mı alıyorsun arkadaşım 24 aya? Tek taş bir lüks değil midir? Paran varsa bastırırsın parayı, sevgilini/eşini mutlu etmek için alırsın tek taş mı üç taş mı ne istiyorsan, yoksa, bütçen neye yetiyorsa gider onu alırsın. Bütçenin olmadığını bildiği halde de senden "24 ay taksitli tek taşı" bekleyen kıza da kusura bakmayın da yol verirsiniz gider! Bu nasıl bir özentiliktir? Bu nasıl bir görgüsüzlüktür? İnsanlar ne zaman böyle "ne oldum delisi" oldular?
Yok illa da ben hatunumu mutlu edeceğim, aç yaşayacağım yine de 24 ay taksitli tek taş alacağım diyenlere de benden bir tavsiye, bari gidin tek taşınızı sertifikalı alın da satarken para etsin. Allah muhafaza, 24 ayın herhangi bir ayında kızcağız, "tek taşım var ama açım" diye ağlamaya başlarsa satmak zorunda kalırsanız diye...
Aşağıda "örnek" bir sevgililer günü kavgası... ;)
Kral der ki: Elin kızı 24 ay vadeli yüzüğünü beğenmez, bense bir "aşkımsın" lafına pert olurum. Ahhh ahh iflah olmaz bir romantiğim n'apalım... Ya da aptalım, bilemedim... :))
4 Şubat 2012 Cumartesi
Aşık olmaya meyilli
"Aşk, henüz cinselliği yaşamamış insanların, tensel çekime koydukları isimdir" diye bir cümle okudum bir yerde.
Sahi aşk nedir? Bir erkeğe sordum "aşk nedir" diye. "Karşındakini her haliyle sevebilmektir, ne hata yapsa ona kızamamaktır, her yaptığının ona tatlı görülmesidir, ondan vazgeçememektir" dedi. Bir kıza sordum, "gökyüzüne yükselmekle yerin dibine inmek arasında geçen süre" dedi.
Aşk bu cevaplar gibiyse eğer -ki şarkılarda bunları doğrular nitelikte- aşk kötü bir şeydir o zaman. Bir hastalık gibi... Uzak durulması gereken bir şey... Çünkü acıtıyor...
Peki, tensel uyum değil midir bir insanın bedeninden vazgeçilmemesinin nedeni? Buna aşk demek doğru mu o zaman? Yoksa milyonlarca insan aşkla tutkuyu mu karıştırıyor?
Bence karıştırılıyor... Bence aşk "onu" gördüğünde kalbinin "cızz" etmesidir. Bilir misiniz siz o "cızz"ı? Hani böyle bir şey akar kalbinizden, birden bir ateş çıkar yüzünüze, her onu gördüğünüzde heyecanlanırsınız, ama her defasında! Sesini duyunca bile heyecanlanırsınız... Hatta hayali bile yeter. Belki dokunmamışsınızdır hiç birbirinize ama hayaliyle uyursunuz her gece. Böyle biraz sersemleşmişsinizdir. Her zamanki sorunlar sorun olmaktan çıkmıştır gözünüzden.
Bence aşk budur. Biriyle sadece tensel çekim yaşamak aşk değildir. İnsanın teni çok kişiyle uyuşur ama hepsine aşık olamaz. O tutkudur, şehvettir... Yani okuduğum yazara katılmıyorum!
Aşk mı sevgi mi?
Bence seven değil de, aşık insan aldatmaz! Aldatamaz ki! Ondan başkasını görmüyordur ki. Ama seviyorsan ve aşk yoksa gidebilirsin tutkunun peşine. Karısını aldatan adamlar sevmiyorlar mı onca yıllık yoldaşlarını? Tabiki de seviyorlar! Hatta onun için canını verirler ama giderler taze tenin peşine çünkü yıllar karı koca arasındaki aşkı öldürmüştür. Yerini dostluğa, sevgiye bırakmıştır.
Karısını tüm evlilik hayatları boyunca aldatan bir adamla tanışmıştım. "Yazık değil mi aldatıyorsun karını?" diye sormuştum. "Onun saçının bir teli için dünyayı yakarım ama bu heyecan da başka bir şey ya" demişti. İşte onun heyecan olarak adlandırdığı şey, tutku...
Peki aşıkken aldatabilir mi insan? En çapkın erkekleri bile durultabilen bir kadın çıkmamış mıdır? Nedir ondaki hüner peki? Yatakta çok mu iyi? Hiç sanmıyorum... Aşk, o adamların başka kadına gitmesini engelleyen. Dostu olan adamın dostunu aldatmamasının nedenidir bu.
Bir erkeğin uçkurunu tutmasını sağlayan şeydir aşk!
Marilyn Monroe'nun bir sözü var: "Yatakta hiç iyi olduğumu düşünmüyorum, anlamıyorum tüm bu erkekler bana neden aşık oluyorlar?"
Şimdi kafamız karıştı değil mi? Aşk mı sevgi mi?
O zaman biraz aşk, biraz sevgi, üzerinede biraz leblebi...
Sahi aşk nedir? Bir erkeğe sordum "aşk nedir" diye. "Karşındakini her haliyle sevebilmektir, ne hata yapsa ona kızamamaktır, her yaptığının ona tatlı görülmesidir, ondan vazgeçememektir" dedi. Bir kıza sordum, "gökyüzüne yükselmekle yerin dibine inmek arasında geçen süre" dedi.
Aşk bu cevaplar gibiyse eğer -ki şarkılarda bunları doğrular nitelikte- aşk kötü bir şeydir o zaman. Bir hastalık gibi... Uzak durulması gereken bir şey... Çünkü acıtıyor...
Peki, tensel uyum değil midir bir insanın bedeninden vazgeçilmemesinin nedeni? Buna aşk demek doğru mu o zaman? Yoksa milyonlarca insan aşkla tutkuyu mu karıştırıyor?
Bence karıştırılıyor... Bence aşk "onu" gördüğünde kalbinin "cızz" etmesidir. Bilir misiniz siz o "cızz"ı? Hani böyle bir şey akar kalbinizden, birden bir ateş çıkar yüzünüze, her onu gördüğünüzde heyecanlanırsınız, ama her defasında! Sesini duyunca bile heyecanlanırsınız... Hatta hayali bile yeter. Belki dokunmamışsınızdır hiç birbirinize ama hayaliyle uyursunuz her gece. Böyle biraz sersemleşmişsinizdir. Her zamanki sorunlar sorun olmaktan çıkmıştır gözünüzden.
Bence aşk budur. Biriyle sadece tensel çekim yaşamak aşk değildir. İnsanın teni çok kişiyle uyuşur ama hepsine aşık olamaz. O tutkudur, şehvettir... Yani okuduğum yazara katılmıyorum!
Aşk mı sevgi mi?
Bence seven değil de, aşık insan aldatmaz! Aldatamaz ki! Ondan başkasını görmüyordur ki. Ama seviyorsan ve aşk yoksa gidebilirsin tutkunun peşine. Karısını aldatan adamlar sevmiyorlar mı onca yıllık yoldaşlarını? Tabiki de seviyorlar! Hatta onun için canını verirler ama giderler taze tenin peşine çünkü yıllar karı koca arasındaki aşkı öldürmüştür. Yerini dostluğa, sevgiye bırakmıştır.
Karısını tüm evlilik hayatları boyunca aldatan bir adamla tanışmıştım. "Yazık değil mi aldatıyorsun karını?" diye sormuştum. "Onun saçının bir teli için dünyayı yakarım ama bu heyecan da başka bir şey ya" demişti. İşte onun heyecan olarak adlandırdığı şey, tutku...
Peki aşıkken aldatabilir mi insan? En çapkın erkekleri bile durultabilen bir kadın çıkmamış mıdır? Nedir ondaki hüner peki? Yatakta çok mu iyi? Hiç sanmıyorum... Aşk, o adamların başka kadına gitmesini engelleyen. Dostu olan adamın dostunu aldatmamasının nedenidir bu.
Bir erkeğin uçkurunu tutmasını sağlayan şeydir aşk!
Marilyn Monroe'nun bir sözü var: "Yatakta hiç iyi olduğumu düşünmüyorum, anlamıyorum tüm bu erkekler bana neden aşık oluyorlar?"
Şimdi kafamız karıştı değil mi? Aşk mı sevgi mi?
O zaman biraz aşk, biraz sevgi, üzerinede biraz leblebi...
Kürtçü müyüm?
Neden Kürt haklarını her savunduğumda; "kesin Kürt sevgilin var!" lafını işitiyorum? Kürt olmayan birinin, Kürt haklarını savunması için illa Kürt sevgilisi mi olması gerekiyor?..
Dün bir Türk Milliyetçisiyle bu konu yüzünden karşı karşıya geldim. İnsanlara dini ve siyasi inançları, cinsel tercihleri konusunda her zaman saygı duymuşumdur. Bana göre bunlar önemsiz şeylerdir, önemli olan herkesin birbirini olduğu gibi kabul edebilmesidir. Ama gel gör ki, birinin kendinden olmayan birini dışladığını, ona "tu kaka" muamelesi yaptığını gördüğümde fıttırıyorum!
Sanırım onlarca kez söyledim. Hangimize dinimiz, ırkımız, ailemiz, vatanımız sorularak doğuyoruz? Valla bana sorsalardı "Newyork Upper East Sider"lı olarak doğmak isterdim. E madem sormadılar, madem istediğimiz gibi doğamadık, değiştiremeyeceğimiz özelliklerimiz için insan ayrımcılığı yapmayacağız!
Konuştuğum kişi Kürtlere benzetilmeyi hakaret saydı, onlara "barzo" dedi, "ben de Arap kökenliyim intihar mı edeyim o zaman" deyince de "siz azınlıksınız ama" dedi! Kısacası konuştukça battı da battı. Söyledikleriyle sadece Kürtlere değil bu ülkede yaşayan tüm diğer azınlıklara da hakaret etmiş olduğunu söyleyince ve de üstüne zamanında Kürtlere yapılmış zulümden bahsetmeye kalkınca "senin Kürt sevgilin mi var?" diye bir cümle duydum. Nasıl yani? Bu mudur bakış açısı?
Bu "insan düşmanı" vatandaşı deşince işin rengi ortaya çıktı! Meğer arkadaşın gönlünde yatan dünya üzerindeki tüm Türk kökenli toplulukların bir gün bir bayrak altında toplanmasıymış! Hadi yaa... Ütopyaya bak!
İnsanlar dünyadan sınırları kaldırmaya çalışırken, tüm dünya medeniyetlerinin eşit seviyeye gelmesi için uğraşı verilirken, 2012 yılında çıkmış birisi böyle konuşuyor! E o zaman soruyorum ben, senin Kürdistan devletini kurmak isteyenlerden ne farkın kalıyor? Onların da istediği tüm Kürtlerin aynı bayrak altında toplanması değil mi? E o zaman sana göre satalım devleti gitsin! Atalım bu topraklardaki Ermeni, Arap, Çerkez vs. ne varsa da!
Oldu mu şimdi? Böyle ayrımcılık olur mu?! Senin bu yaptığın insanlık mı şimdi?
Kral der ki: Hepimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız. Hepimiz bu bayrak altında refah içinde yaşamaya çalışmalıyız.
Dün bir Türk Milliyetçisiyle bu konu yüzünden karşı karşıya geldim. İnsanlara dini ve siyasi inançları, cinsel tercihleri konusunda her zaman saygı duymuşumdur. Bana göre bunlar önemsiz şeylerdir, önemli olan herkesin birbirini olduğu gibi kabul edebilmesidir. Ama gel gör ki, birinin kendinden olmayan birini dışladığını, ona "tu kaka" muamelesi yaptığını gördüğümde fıttırıyorum!
Sanırım onlarca kez söyledim. Hangimize dinimiz, ırkımız, ailemiz, vatanımız sorularak doğuyoruz? Valla bana sorsalardı "Newyork Upper East Sider"lı olarak doğmak isterdim. E madem sormadılar, madem istediğimiz gibi doğamadık, değiştiremeyeceğimiz özelliklerimiz için insan ayrımcılığı yapmayacağız!
Konuştuğum kişi Kürtlere benzetilmeyi hakaret saydı, onlara "barzo" dedi, "ben de Arap kökenliyim intihar mı edeyim o zaman" deyince de "siz azınlıksınız ama" dedi! Kısacası konuştukça battı da battı. Söyledikleriyle sadece Kürtlere değil bu ülkede yaşayan tüm diğer azınlıklara da hakaret etmiş olduğunu söyleyince ve de üstüne zamanında Kürtlere yapılmış zulümden bahsetmeye kalkınca "senin Kürt sevgilin mi var?" diye bir cümle duydum. Nasıl yani? Bu mudur bakış açısı?
Bu "insan düşmanı" vatandaşı deşince işin rengi ortaya çıktı! Meğer arkadaşın gönlünde yatan dünya üzerindeki tüm Türk kökenli toplulukların bir gün bir bayrak altında toplanmasıymış! Hadi yaa... Ütopyaya bak!
İnsanlar dünyadan sınırları kaldırmaya çalışırken, tüm dünya medeniyetlerinin eşit seviyeye gelmesi için uğraşı verilirken, 2012 yılında çıkmış birisi böyle konuşuyor! E o zaman soruyorum ben, senin Kürdistan devletini kurmak isteyenlerden ne farkın kalıyor? Onların da istediği tüm Kürtlerin aynı bayrak altında toplanması değil mi? E o zaman sana göre satalım devleti gitsin! Atalım bu topraklardaki Ermeni, Arap, Çerkez vs. ne varsa da!
Oldu mu şimdi? Böyle ayrımcılık olur mu?! Senin bu yaptığın insanlık mı şimdi?
Kral der ki: Hepimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız. Hepimiz bu bayrak altında refah içinde yaşamaya çalışmalıyız.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)