16 Nisan 2013 Salı

Kısa bir hikaye...

Avuç içi kadar stringi, kırmızı ojeleri ve gözlerinde akşamdan kalma bozulmamış rimelleriyle elinde kahvesi çırılçıplak ve bembeyaz parlayan teniyle otelin 18. katından şehrin uykudan uyanışını izliyordu... Teni gibi beyaz çarşafların içinde uyuyan "Adem"ine baktı. Yasak elmayı yemelerinin üzerinden 4 saat geçmişti...Onu terk edip giden erkeği şimdi tam karşısında tıpkı eski günlerdeki gibi uyuyordu... "Ne hissediyorum?" diye sordu kendine. "Şimdi ben ne yapacağım?"

Terkedildiği gün geçirdiği histeri krizini hatırladı. Ne kadar da zavallıydı... Arıyordu... "Gel, ölüyorum..." diye yalvarıyordu...

Gelmedi...

Ölmedi...

Erkeklerin dokunurken çıldırdığı pamuk tenini yırtarcasına  tırmalamıştı. Göğsündeki tırnak izleri 3 gün boyunca geçmemişti. Kaç şişe içmişti, ne içmişti hesabını yapamıyordu bile... Sadece ertesi gün halının üzerinde kendini çıplak halde, elinde babasının ona 17 yaşındayken hediye ettiği çakısı, yerlere saçılmış tarot kartları içinde bulduğunu hatırlıyordu. Fonda hala Lana Del Rey çalıyordu... "But when you walked out the door a piece of me died. I told you I wanted more. Its not what I had in my mind..." Dayak yemiş gibiydi, her yeri ağrıyordu... Ölmemişti... Ne düşünmüştü? Çakısıyla kağıt keser gibi bileklerini doğramayı mı? Pürüssüzce... Yapar mıydı bunu? Yarı çıplak terasta trabzanların üstüne çıkan da o değil miydi? Deli aklından neler geçiyordu?

Yine yüzüstü bırakılmıştı... Yine güvenmişti ve yine ihanete uğramıştı... O, "başım ağrıyor" dese gelen adam ölüme yürüdüğünü bile bile gelmemişti...

Kendini duşa zor atmıştı. Başı dönüyordu hala... Titriyordu... Hassas sinirlerine yenik düştüğünde hep titrerdi zaten. Akan sıcak suyun altında dikililirken gözyaşları oluk oluk akıyordu. Hangisi daha çok yakıyordu canını? Kaynar su mu, gözyaşları mı? Bilmiyordu... Hissetmiyordu...

***

Ve şimdi yine fonda Lana Del Rey... Bir otel odasında... Terkedilişinin üzerinden henüz 2 ay geçmişken... Biliyordu hep bugünün geleceğini; sonuçta hangisi geri dönmedi ki! Hangisi kaybedince değerini anlamadı ki!

Ve şimdi tarih yeniden tekerrür ediyordu. Karşısında ona deliler gibi aşık bir erkek, yatakta kan çanağına dönmüş yosun yeşili gözlerini hafifçe açıp onu kontrol ediyordu. Acaba kendini yatakta öylece bırakıp gitmesinden mi korkuyordu? Acaba aklından geçenleri biliyor muydu? Artık ona aşık olmadığını anlamış mıydı?! Teni teniyle buluştuğunda hiçbir şey hissetmediğini? Sadece açlığını doyurmak için içinde olmasına izin verdiğini? "Havva" hesabını kapamıştı... İyiliğiyle 1 kişiyi daha öldürmüştü... Kendine yapılan kötülüğe soğukkanlı bir iyi niyetlilikle karşılık vermesi 1 kişiyi daha çıldırtmıştı. Artık o yeşil gözlerin kurtuluşu yoktu! Kör olmuşlardı... Kanser gibi hücrelerine nüfus etmişti "Havva"... Kurtuluşu yoktu...

***

Ve "Havva" zaferin tatlı zevkiyle yatağa geri döndü. Zamanında ailesinden bile vazgeçmeyi göze aldığı adamın son kez kadını olmak için...


3 Nisan 2013 Çarşamba

"İçinizden biri bana ihanet edecek!"

İsa'nin sözü bu... Hazreti İsa'nın...

Benim mi nerden aklıma geldi?

...

Kim ihanet edebilir bize? Kim hainlik yapabilir bize? Kim "arkamızdan" bıçaklayabilir bizi? Biz izin vermedikten sonra! Bizi dünyamıza aldıklarımız, kalbimizi açtıklarımız yaralar anca yaralarsa...
Biz güvenirsek eğer birine ihanete uğrama riskini almışızdır. Biz izin verirsek eğer yara verebilirler bize... Evimizin kapılarını kilitlemeden çıkmak gibi... Kilitlemezsek eğer hırsız girebilir, zarar verebilir... Kilitlersek eğer kendimizi sağlama alırız, korunuruz...

Güvenmezsek kimseye kafamız rahat eder; kontrol delisi denmesi pahasına... Kendi işimizi kendimiz görürsek eğer aklımız kalmaz bir yerde; işimiz sağlam olur, dört dörtlük olur...

Peki ya aşkta?

Güvenmeden aşk yaşanır mı? Aşkta böyle sağlamcılık olur mu?
İyi ama güvenme riski alınır mı? Yaralanma göze alınır mı?
Satar... Satabilir... Her an, hiç ummadığınız anda satabilir... Kimseye güven olmaz bu hayatta... İnsanlar o kadar bencil, nankör, acımasız ve korkak ki... Sonunda kalabilirsin ortada... Tek başına... Dımdızlak... Ayakta... Hayatta...

...

Benimde geldi işte bir yerden aklıma, yazdım öyle korkuyla...



1 Nisan 2013 Pazartesi

Moda üzerine düşününce...

Modayla ilgili bir yazı yazmam icap etti; sipariş üzerine!

Şöyle bir "kişisel moda tarihime" baktım...

Aşkla aldığım moda tasarımı eğitiminden sonra, şevkle geldiğim İstanbul günlerimi hatırladım... Moda camiasındaki iş arayışlarımın hezimetini anımsadım... Moda tasarımı, hazır giyim ve tekstil dünyasındaki rekabetin, insanlardaki hırsın bende yarattığı şaşkınlığı ve şişkinliği hatırladıkça güldüm... Modaya sanatmış gibi bakan saf hallerimi düşündükçe halime üzüldüm...

"Moda sıradanlar içindir, stil her şeydir" diye birisi söylemişti... Benimde bir dönem "motto"m haline gelmişti. O "birisi"nin kim olduğunu bulmak için "google"ladığımda kendi yazım dışında hiçbir yerde bu cümleye rastlayamadım! Ne tuhaf! Ben mi söylemişim bu cümleyi? Oysa ki çok değil, 2 senenin ardından şu anda, "moda aptallar içindir, stil gereklidir ama her şey değildir." diye düşünüyorum!

"Özgeçmişim" birinin eline geçtiğinde, neden bana modayla ilgili kariyer yapmadığımı soruyorlar? (Soru?!)

...

Kişisel gelişim kitaplarında "meşhur" bir soru geçer: "Dünyanın en mutlu insanı kimdir?"
Ortalama bir cevap olarak da ortaya şöyle bir sonuç çıkar: Dünyanın en mutlu insanı en az şeye ihtiyacı olan insandır! Bu durumda, "hızlı tüketim"in en "hızlı" olduğu sektörün "giyim" sektörü olduğunu ve bu sektörün hangi konumunda bulunursak bulunalım ihtiyaçların asla ama asla bitmediğini, çünkü sektörün bu ihtiyaçlar üzerine kurulu olduğunu kabul edersek eğer, o sektörde çalışan ve sektörün "kurbanı" haline gelenler dünyanın en mutsuz insanları oluyor! (Cevap 1)

Bu arada bir "es" verip bazı kavramları açıklamak istiyorum:

Moda tasarımı: Dünyada "o veya bu şekilde!" isim yapmış birkaç tasarımcının o sezonki ruh haline göre kağıda döktüğü modelleri tüm dünyaya giydirme çabalarıdır. 2 sezon üstüste başarısız (başarı satış grafiğine göre belirlenir; olaya benim gibi yok dikişi iyi, renk uyumu kötü, kullandığı "fabrikler" başarılı gibi sanat eseri inceliyormuş gibi bakanlar yanılır!) koleksiyon hazırlarsa anında firmaları tarafından şutlandıkları acımasız bir sektördür. Türk tasarımcılar düşünmez, üretmez, bunları taklit eder! Moda tasarımı bir ihtiyaç değildir, insanların ego tatmini için varolmuş bir sektördür!

       Hazır giyim (pretaporter) : İnsanların her sezon aynı fabrikadan çıkmış ya da Kızılay'ın falan dağıttığı kıyafetleri giymiş gibi görünmesine neden olabilen, yukarda bahsi geçen tasarımcıların koleksiyon hazırladıkları sektördür. Hazır giyim ürünleri ne kadar ayağa düşer ve insanlara "böğ" getirirse (dönemsel olarak bkz. nike cortez, adidas superstar, converse all star, ugg botlar(herkes aşina olduğu için bu dördünü özellikle belirtmek istiyorum!) Askeri ceketler, uzun etekler, zımbalı botlar, vatkalar, ve şimdi de taytlar! görmekten bıktınız hepsini değil mi?) bilin ki tasarımcının fiyatı (başarısı) o denli artar, şirketin kasası o denli dolar.

       Kişiye özel (haute couture) : Hazır giyim sektörünün yetersizliğinden kaynaklı eskiden babaannelerimizin döpiyes diktirdikleri terzilerin zamanla büyüyerek yandan yemiş versiyonunun oluşturduğu sektör. Türkiye'de ilk Yıldırım Mayruk ve Canan Yaka akla gelir. Barbaros Şansal'ın kendine "terzi yamağı" demesi aslında büyük bir dürüstlük ve kinaye örneğidir. "Ayy şekerim benimki Dior ot kutüüürrr" diye ağzını yaya yaya konuşan botokslu ablaların her birinin suratına banyo terliğini vura vura bu gerçeği söyleyip havalarını alabilir ve o paralarla insanlık namına daha faydalı! şeyler yapabileceğini anlatabilirsiniz. Anlarlarsa! Dinlerlerse!

Tekstil: Giyilebilen her şey ve bazı dekorasyon ürünlerini de içine alan imalat sektörüdür. İhtiyaçtır. (Sonuçta çıplak gezemeyiz!)

...

Dünyadaki sorunlara kulak kabarttıkça giyim kuşamın çok da önemli olmadığını kavrıyor insan. (Cevap 2) Ucu bucağı olmayan bir ticari pazar sadece; moda budur! Tamamen parayla ilgilidir... Cebinde paran varsa en "fashion" insan olma ihtimalin(!) vardır, yoksa mecbursundur pazardan giymeye... Çok paran yoksa "Fashionista" olamazsın ama yinede bir "stil"in olabilir, yakıştırırsın yine kendine "pazar malını"; işte bu da "stil sahibi" olmaktır. Bunun için de çok para harcamaya falan gerek yoktur. Stil, kişinin kendini ifade etme biçimidir, kendini nasıl rahat hissediyorsa o tarza sadık olma şeklidir. İnsanları memnun etmek için değil kendimizi memnun etmek için giyinme ve dolayısıyla "yaşama" şeklidir. O zaman prototip görünmekten kurtulmuş, sürüye ait olmayı reddetmiş oluruz! İnsanların kafasında kendimizle ilgili bir "algı" yaratmak istiyorsak; stil sahibi olmak gerekli ve güzel bir şeydir. Stil sahibi olmanın modayla hiçbir alakası yoktur. Kişinin kendi tarzının olması, kişiliğine saygısı olması anlamına gelir; sırf moda diye kendine yakışmayanı giymeyi reddetmektir. Doğru olan da budur! Bunun için de stil danışmanına, pahalı markalara tonla para dökmeye ihtiyaç yoktur...

...

Sonuç itibariyle diğer tüm sektörlerde olduğu gibi sonu para kazanmaya dayanan bir sektördür moda da... Zengin teyzelerin, kocalarının yetersizliklerinin ve ilgisizliklerinin hırsını çıkardığı, kaymağını da tasarımcıların ve üretimcilerin yediği bir piyasadır sadece, hepsi bu; çok da büyütmemek, benim gibi sanat sanıp kendini kandırmamak, kendimizi kaptırmamak gerekir bu "furya"ya...

***

Moda tarihine "little black dress" diye siyah elbiseleri kazıyan -ki yiğidi öldürüyorum ama hakkını bu noktada yemeyim, benim bir stilim varsa eğer temelinde bu siyahlar yatar- nazi casusu! Coco Chanel ve ölümünden sonra tahtını devralan en az Coco kadar acımasız Karl Lagerfeld'in Sponge Bob olarak karikatürize ediliş biçimleri konuya cuk oturmuş. :)

Kral der ki: Ismarlama yazı anca bu kadar oluyor hocam ;)

30 Mart 2013 Cumartesi

Savaşamam çünkü...

Hayatta herkes sınavlarını belli şeylerle verir. Benim sınavlarım insan ilişkilerimle olmuştur. Yıllar sonra doğum haritamda da bu gerçeği görünce çok şaşırmışımdır. Satürnüm 7. ev'de benim, yani hep ikili ilişkilerimle test edilirim...
20 yaşındayken gittiğim "ünlü" bir "hoca" bana, hayatımda her zaman kadınlara dikkat etmemi çünkü bana gelecek zararın her zaman kendi cinsimden geleceğini, kadınların beni "sevmediğini" söylemişti. Dinledim mi? Dinlemedim... Dinlemiyorum... Çünkü insan karşısındakini kendi gibi biliyor... Uyandığında, çiçeklerine, çatısındaki kuşlara, sokağındaki köpeklere bile "günaydın, nasılsınız" diyen ben, niye aynı dili konuştuğum, aynı ülkenin vatandaşı olduğum, Allah katında aynı görevlere tabi tutulduğum hemcinsime karşı dikkatli olayım? Ona temkinli yaklaşayım? Ondan bana bir zarar geleceğini düşüneyim?

Ama işte insanoğlu bu nefsine yenik düşebilir... Olur öyle şeyler... Affedilir...

...

2 senedir çok sakin, kalabalıktan uzak, huzurlu, yalnızca sevdiklerimle paylaştığım bir hayatım var. Küçük bir dünyam var benim... Küçük mutluluklarım... Hesapsız ilişkilerim var benim... Çıkarsız... Yalansız... Kin, öfke, nefret gibi duygulara yer yok benim dünyamda... Dünyamdaki insanlarda benim gibidir... Cins cinsini çeker...

Olur arada dünyamıza atılan oklar, sokulan çomaklar... Olsun... Sorun değil... Derimiz o kadar kalın ki ben ve benim dünyamdakilere, kürdan gibi gelir batırılan silahlar... Biz yine gülümseleriz, yaşatarız Mevlana felsefesini, sesleniriz, "gel, kim olursa gel!" diye... Bu olgunluğumuz nerden mi gelir? Belki de erken yaşlardan yaşadığımız depremlerden, fırtınalardan...

O yüzden ben savaşamam...

Ben kimseyle savaşamam... Didişemem... Münakaşaya giremem... Nisbet yapamam... 1'e 3 koyamam... Gaza gelmem... Hırslanmam... Bana düşmanlık edene karşılık vermem... Tam tersine "haspam"a 2 kat iyilik dilerim...
Niye mi böyleyim? Erdim mi? Çok mu muhteşem bir yaratığım? Sinirlerimi mi aldırdım?
Hayır! Katiyen hayır! Sadece;

  1. Doğduğum günle öleceğim gün arasında geçirilen kısacık sürenin kıymetini çok iyi biliyorum o yüzden elimden geldiğince "kaliteli", "huzurlu" ve "mutlu" yaşamaya çalışıyorum.
  2. Savaşlarda yenen taraf diye bir şey olmadığını, her iki tarafında mutlak surette yara aldığını biliyorum.
  3. Hırslarımızdan arınarak yaşamanın sağlığımız üzerindeki olumlu etkilerini görüyorum.
  4. Mutlu insanların kafa yapılarını örnek alıyorum.
  5. Tüm insanlığı seviyorum yaradandan ötürü...
  6. Herkesin bir hikayesi olduğunu biliyorum; haklı haksız kavramlarının saçma olduğunu düşünüyorum, dolayısıyla soruyorum; "kime göre? neye göre?" Herkes kendine göre haklıdır bir şekilde!
  7. Empati yapabiliyorum.
  8. Kendimle hesaplarımı çoktan kapadım.
  9. Tepkisizliğin en büyük tepki olduğunu düşünüyorum.
  10. "Hayat sevince güzel sevince tatlı güller... Bir kuşu, kelebeği, bir taşı sevin yeter!" kafasında yaşıyorum.
  11. Parayı amaç değil araç olarak görüyorum.
  12. Polemiklere ve hakaretlere prim vermiyorum. Herkes kendinden sorumludur, her koyun kendi bacağından asılır biliyorum.
  13. Kaderimi değiştirebilecek güce sahip olmadığımı sadece onu yaşayış biçimini seçebilme şansım olduğunu kabul ediyorum.
  14. Hiçbir şeyi uzatmayı ve dillendirmeyi sevmiyorum. Laf kalabalıklarından haz etmiyorum; "yap gitsin, söyle bitsin" mantığıyla hareket ediyorum... Pratikliği seviyorum... Fazla düşünüp, konuşup enerjiden çalmak yerine harekete geçmeyi daha yerinde görüyorum.
  15. İnsanları değiştiremeyeceğimi biliyorum. Kalp gözü kapalı insanlara ne yapsak çare olmayacağını kabulleniyorum ve enerjimden vermek yerine bu tip insanları "küçük dünyama" dahil etmemeyi tercih ediyorum.
  16. Nihayetinde insanların seçimleriyle var olduğunu düşünüyorum; sevgiyi, barışı, mutluluğu, huzuru, keyifli bir hayatı seçiyorum...
Sonuç olarak herkese saygı duyuyorum, dünyamı merak eden, dünyama girmek isteyen ya da sadece ucundan göz atmak isteyenlere kapımı sonuna kadar açıyorum; tek bir şartla, önyargılarını, hırslarını, öfkelerini, nefretlerini kapının dışındaki askıya asıp girmeyi kabul ederlerse... Çıkışta yine "yüklerini" sırtlanabileceklerini taahhüt ediyorum. ;)



 Kral der ki: "Beni tanıyan bilir... Bilen anlar... Anlayan susar... Anlamayan uzar..."

29 Mart 2013 Cuma

Artık sevmediğini nasıl anlarsın?

Üzerinde, "her aşk tatlı başlar, önemli olan nasıl bittiğidir" yazan, bir karı kocanın mahkeme salonundaki komik karikatürlerini resmeden bir kartpostalım vardı... Kime verdiğimi hatırlamıyorum... Aslında hatırlıyorum da... Neyse...

Değil mi ama, trajikomik ama gerçek değil mi? Her aşk tatlı başlar; ilk kalp çarpıntıları, birbirini tanıma heyecanı, gözlerinde kendini bulmanın güzelliği, kokusundaki cennet, karşısında yemek yiyememek, onu düşünmek, onu özlemek, onsuz nefes alamamak, her yaptığı işte onu aramak, her şeyi onunla paylaşmak istemek, onsuz bir an geçirmemek, onu "devler sırrı" veriyormuşcasına can kulağıyla dinlemek, onu mutlu etmek için debelenmek, o gülünce dünyadaki bütün sorunların bittiğini sanmak, her günü güneşli sanmak, yüze yerleşen "sersem" bir gülümseme, onsuz yaşayamayacağını düşünmek, hayaller, planlar...

2.perde:

Alışma...

Alışkanlık...

Boğulma...

Dar alanda kısa paslaşmalar...

Sıkılma...

Kaçma arzusu...

Tahammül etme...

İşte kilit nokta! Tahammül etmeye başlamak! Onu eskisi gibi sevebilmek için nedenler arayışına girmek... Gitmek istemek ama kalmak için neden bulmaya çabalamak... İşte bitiş budur! İşte bir aşkın bittiğinin, artık "onu" sevmediğinin, yeni okyanuslarda yüzmek istediğinin ispatıdır bu...

Öyle midir sahiden?

Artık onu erteliyorsundur... Ona kibar ve sevimli davranmaktan vazgeçmişsindir... İstemeden tersliyorsundur, hatta belki kabalaşıp kırıyorsundur... Eskisi gibi özlemiyor, yatarken onu düşünmüyorsundur... Kusurlarını görmeye başlamışsındır... Dünya üzerinde başka kadın ve erkekler olduğunu hatırlamışsındır... Onun yanında eskisi kadar eğlenmiyorsundur, espirileri bayık geliyordur, arkadaşları sevimsiz... Sırtını dönüp yatıyorsundur, uyandığında kendini yatağın bir ucunda düşmeye yakın buluyorsundur...

Herkese tanıdık "anlar" değil mi?

Gitmezsiniz, yeniden aşkınızın canlanmasını istersiniz çünkü; yıllarınızı, hatıralarınızı çöpe atmak istemezsiniz. Kendinize kızarsınız... Sevmek için zorlarsınız... Kalmak için bahane ararsınız...

Belki gerçekten geçidir bu soğuma, uzaklaşma... Belki bastırılmış bir öfkenin dışavurumudur... Belki geçecektir, güneşli günler yeniden gelecektir... Daha sağlam bir ilişki olacaktır belki de atlatılırsa eğer... "Yarım asırdır birlikte aşkla tutunanlar da aynısını yaşıyormuş meğer" denilecektir...

Zaten sevgi aşktan kıymetli değil midir? Aşk geçici sevgi kalıcı değil midir? Önemli olan aşkın ateşinin ilk günkü gibi harlı olması yerine dengeli yanması, sevginin sonsuz olması değil midir?

Zamane aşkları da bu acelecilikten bitmez mi zaten? Aile mahkemelerinin önündeki kuyruğun nedeni aşkın sönmeye başladığı anda, o tahammül etme evresinde, bunun bir geçiş olabileceğini düşünmeden kaçmanın sonucu değil midir?

Benimki mantıklı yaklaşım mıdır? Temkinli olmak mıdır? Yoksa safça bir düşünce midir? Bozulan şeyin düzelme imkanı yok mudur yoksa? Tahammül etmeye başladığımız an ilişkiye ve partnere şans verilmeden gidilmeli midir? Soğuyan sevginin ısınması çaresiz midir? Bir umut değil midir yaşatan bizleri?




Kral der ki : Lütfen gözlerime bakma, sana yalan söyleyemez...

Yanına yakışmak

Bazen bazı insanları ezmemek, küçümsememek, dalga geçmemek, fitne fücur düşüncelerini ve konuşmalarıyla yaşayışları arasındaki tutarsızlıkları ve dolayısıyla oluşan yapmacık hal ve hareketlerini suratlarına vurmamak, elime bir adet dövme boyasıyla makinası alıp alınlarının ortasına "loser" diye yazmamak için çok zor tutuyorum kendimi! Hele uzaktan izlediklerimi!..
"Sus!" diyorum kendime, "sen kimsin ki!". "Unutma" diyorum, "yukardan baktığın an düşebilirsin!". "Bırak" diyorum, "it ürür, kervan yürür; konuşan konuşsun, uluyan ulusun, cahil beyinleri eğitmek sana kalmadı!". "Gül!" diyorum kendime, "çünkü hayat gülünce güzel!"...

***

Birkaç sorum var:
  1. Dindar geçinip/görünüp Allah'a tanrı diyenleri ne yapacağız?
  2. Kafasına türbanı takıp benden "açık" takılanlara ne diyeceğiz?
  3. İçi kinden, hasetten çürümüşlere ne ilaç vereceğiz?
  4. Yüzüne konuşmaya cesaret edemeyip sanal ortamda nefretlerini kusanları ne edeceğiz?
  5. Kendi başına gelmesini olanaksız görüp, başkalarını yaşadıklarından dolayı hakir görenlere hayatın bir gün herkesle olduğu gibi kendileriylede oynayabileceğini nasıl anlatacağız?
  6. Sevgili Gülşen'in dediği gibi, "başkalarının üzüntüleriyle sevinip övünenler, kötü kalpli sevgi düşmanı çok sayın kara kediler"i nasıl afaroz edeceğiz?
  7. İntikam hırsı gözlerine çökmüş olanlardan nasıl korunacağız? (Sarımsak? Nazar boncuğu? Haç? Kurşun? Ayetel kürsi?)
  8. Dedikoducu, iftiracı, çirkef, kavgacı, yalancı, kinci insanları gördüğümüzde suratlarına tokatı çarpmadan nasıl "cool" takılacağız?
***

Yanına yakışmıyor...

Bu aralar bir şey dikkatimi çekiyor; herkes çiftlerde bir uyum, bir ahenk arayışında... "Dış kapının mandalı" şahıslar tanımadığı etmediği insanlar için, "yanına yakışmamış" gibi cümleler kurabilme haddini kendinde bulabiliyor. Hemde sadece bir fotoğrafa bakarak!

Neye istinaden?..

Herkes bir beden dili uzmanı olmuş da benim mi haberim yok? Yahut herkes "aura" mı görmeye başladı da, bizim göremediğimiz "enerji renkleri"nin uyumsuzluğunu yakaladılar? Oğlanın üstündeki "jean"in markasıyla, kızın üstündeki elbisenin markasını mı uyuşturamadılar? Rakip firmanın ürünlerini mi giymişler yoksa?

Renleri mi uymamış? Dilleri mi? Dinleri mi? Etnik kökenleri mi? Siyasi görüşleri mi? Boyları mı? Kiloları mı? Yaşları mı?

Nedir bu insanları yargılama hevesi? Nedir bu elmayla elma, portakalla portakal olma zorunluluğu? Bir Hristiyan bir Müslüman'ı sevemez mi? Bir Türk bir Kürt'e gönlünü kaptıramaz mı? Bu onları dinsiz mi yapar? Bu onları Pkk'lı mı yapar? Bu kadar sığ mı her şey? Nedir bu her şeyde bir "standart" arayışı? Her şeyin bir etiketi olması çabası? Nedir bu "toplum mühendisliği?"

Genç kadın yaşlı adama aşık olursa illa parası için midir? Üniversite mezunu bir kız okumamış biriyle evlenirse bu "hata" mıdır? Sırım gibi delikanlının yanına "tonton" bir kız varsa, "ııyykkk bu ne?" midir? Her şeyin bir nedeni olmak zorunda mıdır? Aşkta neden var mıdır? Kime göre? Neye göre? Aşk çözülememiş tek konu/duygu değil midir? Çözülse bu kadar roman, şarkı, destan yazılabilir miydi? Aşkı tatmadan, bilip bilmeden konuşmak hadsizlik değil midir? Kenan Doğulu,"herkes rütbesini bilecek" demedi mi?!

Aşk nedensiz sevmek değil midir? Dinine, ırkına, parasına, ailesine, eğitimine, kolundaki "altın bilezik"lere bakmadan? O zaman; kim, kimin yanına kimin yakıştığına karar verebilir ki, kalp kalbi yakıştırdıktan sonra?..

...

Burdan, oturduğu yerden tanımadığı etmediği insanlar, magazin sayfasında gördükleri ünlüler, sokaklardaki çiftler için "yanına yakışmamış" diye yorum yapan insanların alayına sesleniyorum: "SEN KİMSİN Kİ OĞLUUUMMM?!"...



Kral der ki: "Ölümün olduğu bu dünyada, hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında..."

19 Mart 2013 Salı

Denge

Bir rüya gördüm...

Olimpik bir havuzun ortasında, suyun üzerinde sığdan derine doğru halatlarla bağlı köprü gibi tahtalar vardı; hani şu uzakdoğuluların suların üstünde şip şip atladığı tarzdan... Üstündeydim... Karanlıktı... Yalnızdım... Sığdan derine doğru tahtaların üzerinde suya düşmeden yürümeye çalışıyordum... Dengede!.. Ortaya yaklaşıyordum ve birden aklıma suya bakmak geliyordu. İçimdeki ses, "suya bakma, bakarsan düşersin" diyordu. Kollarımı 2 yana açmış dengede durmaya çalışarak soluma doğru kafamı eğdim ve karanlık suya baktım, o an aklımdaki ses, "düştün!" dedi... Ve düştüm... Karanlık ve soğuk suya, bir an aklımdan düşmeyi geçirdiğim için düştüm, dengemi yitirdiğim için değil... Düşüncemden dolayı, düşme korkumdan dolayı! Ve korkuyla tahtalara çıkmaya çalıştım... Havuzdaydım oysaki, denizde değil, bana zarar verebilecek hiçbir şey yoktu suda, sadece ama sadece kendi yarattığım korkumdan dolayı düştüm, telaşlandım ve panikle tahtalara sarıldım...

Gerçek hayatta da böyle değil mi? Korkularımız bize hata yaptıran, korkularımız bizi durduran ya da harekete geçiren... Eğer rüyamda korkuma hükmedebilseydim, içimdeki sesi dinleyebilseydim suya bakmayacaktım bile ve havuzun ortasında yenilmeyecektim soğuk sulara, karşıda derin taraftan ıslanmadan çıkabilecektim...

Dışardan çok girişken ve cesur bir insan gibi görünsem de aslında bence en büyük korkaklardanım ben. Çünkü; stresli mevzuları konuşurken her zaman gerilirim, telaşlanırım, paniklerim; bu halleri zayıflık olarak addettiğim içinde anlamsız bir gururlu triplerine girerim ve sonunda da haliyle küslük ya da tartışma ortamı yaratmış olurum. Tamamen kendi korkularımdan ve korkaklığımdan...
Benim için stresli mevzular nelerdir?
  1. Alacak-verecek meseleleri, para meselesi yani; nefret ediyorum para muhabbetinden, hiç ticaret insanı değilim, hep "üstü kalsın" kafasındayım, utanıyorum da para muhabbetlerinden, en yakınımla bile! Misal; geçen gün en yakınlarımdan biriyle bir alacak verecekle ilgili hesaplaşmamız vardı; "sanki ben daha çok alacağım vardı diye hatırlıyorum" gibi bir cümle kurunca bu yakınım, bir stres bastı beni, "iftira atıyorsun bana" diye cozladım hemen ve sinirden ağlamaya başladım. Suratıma çamur atsaydı da ortaya öyle dayanağı olmayan bir cümle atmasaydı! Nitekim haklı çıktım! Nitekim ben hep haklı çıkıyorum ama tüm insanlığa potansiyel yalancı ve iftiracı gözüyle baktığım için her kim olursa olsun en ufak hesabım olduğunda bile strese giriyorum, korkuyorum! Para alırken de verirken de say derler; ben bu denklemin ne tarafında olursam olayım başımı yerden kaldıramam ki bir de parayı sayayım! (Hayatımda 2 kişiyle para konusunda rahatım biri babam biri de babam kadar gönlü geniş bir insan. Herkesten çok özür diliyorum ama bir bu 2 insanda para konusunda bendeki gibi umursamazlığı, parayla dalga geçmeyi ve gönlübolluğu gördüm.)
  2. Yüzleşmeler; uzlaşmazlıkların sonunda medeni insanlar haliyle yüzleşir, konuşur, anlaşırlar; işte ben yüzleşmelerde çok beceriksizim, hemen gardım çıkıverir, ya saldırganlaşırım ya, "yaee tamam ya sorun yok" diye cool triplerine girerim, sırf sıkıntılı mevzular kapansın gitsin diye, yine ispat edemeyeeğim iftiralardan korktuğum için!
  3. Ayrılıklar; her ne kadar ayrılık konusunda kestiğim bir dolu ahkam olsa da -dost ayrılmak vs gibi- aslında çok beceriksizim ayrılıklarda ve vedalarda... O yüzden arkadaş kalalım triplerine girerim, yine insanlara olan güvensizliğimden, arkamdan dönebilecek dolapları kontrol edemeyeceğimden, korkularımdan!
  4. Teklifler; reddedilme korkumdan kimseye hiçbir şey teklif edemem, burnum kaf dağında gezerim ama reddedilmeyim! Erkeklerden bahsetmiyorum aklınız hemen flörtöz şeylere gitmesin; o konuda 40-50li yılların kadınlarının kafasında olduğumu söylemiştim değil mi? Kadın avdır, erkek avcı! ;) Benim tekliften kastım, iş başvurusu ya da torpil ya da birinden bir konuda bir rica her ne olursa... Yapamıyorum, isteyemiyorum, mecbursam da öyle bir sinir, stres oluyorum ki hiç teklif etmeyim daha iyi, dövecek gibi istiyorum... Haliyle, bugüne kadar toplam 5 ricam varsa 4 buçuğu reddedildi; "bunun nasıl olsa bana ihtiyacı yoktur" diye düşündürdüğüm için... Korkumdan... Suya bakarsam düşerim korkusundan... Bu korkudan, gereksiz bir mağrurluğa büründüğümden...
Oysa ki rüyamdaki hataya düşmesem, suda bana zarar verecek bir şey olmadığını bilinçaltıma yazabilsem yani insanlara güvenebilsem, kontrol manyaklığımı bir kenara bırakabilsem belki o zaman ayrılıklarda da, tekliflerde de, yüzleşmelerde de, ticarette de tek başıma düşmek zorunda kalmam... Kimse de beni kraliçe sanmaz, daha çok sevilirim, hayat daha kolay olur...


Kral der ki: En kötü durum; sorunun ve çözümün ne olduğunu bilip yapamamak! En acınılası...