30 Mart 2013 Cumartesi

Savaşamam çünkü...

Hayatta herkes sınavlarını belli şeylerle verir. Benim sınavlarım insan ilişkilerimle olmuştur. Yıllar sonra doğum haritamda da bu gerçeği görünce çok şaşırmışımdır. Satürnüm 7. ev'de benim, yani hep ikili ilişkilerimle test edilirim...
20 yaşındayken gittiğim "ünlü" bir "hoca" bana, hayatımda her zaman kadınlara dikkat etmemi çünkü bana gelecek zararın her zaman kendi cinsimden geleceğini, kadınların beni "sevmediğini" söylemişti. Dinledim mi? Dinlemedim... Dinlemiyorum... Çünkü insan karşısındakini kendi gibi biliyor... Uyandığında, çiçeklerine, çatısındaki kuşlara, sokağındaki köpeklere bile "günaydın, nasılsınız" diyen ben, niye aynı dili konuştuğum, aynı ülkenin vatandaşı olduğum, Allah katında aynı görevlere tabi tutulduğum hemcinsime karşı dikkatli olayım? Ona temkinli yaklaşayım? Ondan bana bir zarar geleceğini düşüneyim?

Ama işte insanoğlu bu nefsine yenik düşebilir... Olur öyle şeyler... Affedilir...

...

2 senedir çok sakin, kalabalıktan uzak, huzurlu, yalnızca sevdiklerimle paylaştığım bir hayatım var. Küçük bir dünyam var benim... Küçük mutluluklarım... Hesapsız ilişkilerim var benim... Çıkarsız... Yalansız... Kin, öfke, nefret gibi duygulara yer yok benim dünyamda... Dünyamdaki insanlarda benim gibidir... Cins cinsini çeker...

Olur arada dünyamıza atılan oklar, sokulan çomaklar... Olsun... Sorun değil... Derimiz o kadar kalın ki ben ve benim dünyamdakilere, kürdan gibi gelir batırılan silahlar... Biz yine gülümseleriz, yaşatarız Mevlana felsefesini, sesleniriz, "gel, kim olursa gel!" diye... Bu olgunluğumuz nerden mi gelir? Belki de erken yaşlardan yaşadığımız depremlerden, fırtınalardan...

O yüzden ben savaşamam...

Ben kimseyle savaşamam... Didişemem... Münakaşaya giremem... Nisbet yapamam... 1'e 3 koyamam... Gaza gelmem... Hırslanmam... Bana düşmanlık edene karşılık vermem... Tam tersine "haspam"a 2 kat iyilik dilerim...
Niye mi böyleyim? Erdim mi? Çok mu muhteşem bir yaratığım? Sinirlerimi mi aldırdım?
Hayır! Katiyen hayır! Sadece;

  1. Doğduğum günle öleceğim gün arasında geçirilen kısacık sürenin kıymetini çok iyi biliyorum o yüzden elimden geldiğince "kaliteli", "huzurlu" ve "mutlu" yaşamaya çalışıyorum.
  2. Savaşlarda yenen taraf diye bir şey olmadığını, her iki tarafında mutlak surette yara aldığını biliyorum.
  3. Hırslarımızdan arınarak yaşamanın sağlığımız üzerindeki olumlu etkilerini görüyorum.
  4. Mutlu insanların kafa yapılarını örnek alıyorum.
  5. Tüm insanlığı seviyorum yaradandan ötürü...
  6. Herkesin bir hikayesi olduğunu biliyorum; haklı haksız kavramlarının saçma olduğunu düşünüyorum, dolayısıyla soruyorum; "kime göre? neye göre?" Herkes kendine göre haklıdır bir şekilde!
  7. Empati yapabiliyorum.
  8. Kendimle hesaplarımı çoktan kapadım.
  9. Tepkisizliğin en büyük tepki olduğunu düşünüyorum.
  10. "Hayat sevince güzel sevince tatlı güller... Bir kuşu, kelebeği, bir taşı sevin yeter!" kafasında yaşıyorum.
  11. Parayı amaç değil araç olarak görüyorum.
  12. Polemiklere ve hakaretlere prim vermiyorum. Herkes kendinden sorumludur, her koyun kendi bacağından asılır biliyorum.
  13. Kaderimi değiştirebilecek güce sahip olmadığımı sadece onu yaşayış biçimini seçebilme şansım olduğunu kabul ediyorum.
  14. Hiçbir şeyi uzatmayı ve dillendirmeyi sevmiyorum. Laf kalabalıklarından haz etmiyorum; "yap gitsin, söyle bitsin" mantığıyla hareket ediyorum... Pratikliği seviyorum... Fazla düşünüp, konuşup enerjiden çalmak yerine harekete geçmeyi daha yerinde görüyorum.
  15. İnsanları değiştiremeyeceğimi biliyorum. Kalp gözü kapalı insanlara ne yapsak çare olmayacağını kabulleniyorum ve enerjimden vermek yerine bu tip insanları "küçük dünyama" dahil etmemeyi tercih ediyorum.
  16. Nihayetinde insanların seçimleriyle var olduğunu düşünüyorum; sevgiyi, barışı, mutluluğu, huzuru, keyifli bir hayatı seçiyorum...
Sonuç olarak herkese saygı duyuyorum, dünyamı merak eden, dünyama girmek isteyen ya da sadece ucundan göz atmak isteyenlere kapımı sonuna kadar açıyorum; tek bir şartla, önyargılarını, hırslarını, öfkelerini, nefretlerini kapının dışındaki askıya asıp girmeyi kabul ederlerse... Çıkışta yine "yüklerini" sırtlanabileceklerini taahhüt ediyorum. ;)



 Kral der ki: "Beni tanıyan bilir... Bilen anlar... Anlayan susar... Anlamayan uzar..."

29 Mart 2013 Cuma

Artık sevmediğini nasıl anlarsın?

Üzerinde, "her aşk tatlı başlar, önemli olan nasıl bittiğidir" yazan, bir karı kocanın mahkeme salonundaki komik karikatürlerini resmeden bir kartpostalım vardı... Kime verdiğimi hatırlamıyorum... Aslında hatırlıyorum da... Neyse...

Değil mi ama, trajikomik ama gerçek değil mi? Her aşk tatlı başlar; ilk kalp çarpıntıları, birbirini tanıma heyecanı, gözlerinde kendini bulmanın güzelliği, kokusundaki cennet, karşısında yemek yiyememek, onu düşünmek, onu özlemek, onsuz nefes alamamak, her yaptığı işte onu aramak, her şeyi onunla paylaşmak istemek, onsuz bir an geçirmemek, onu "devler sırrı" veriyormuşcasına can kulağıyla dinlemek, onu mutlu etmek için debelenmek, o gülünce dünyadaki bütün sorunların bittiğini sanmak, her günü güneşli sanmak, yüze yerleşen "sersem" bir gülümseme, onsuz yaşayamayacağını düşünmek, hayaller, planlar...

2.perde:

Alışma...

Alışkanlık...

Boğulma...

Dar alanda kısa paslaşmalar...

Sıkılma...

Kaçma arzusu...

Tahammül etme...

İşte kilit nokta! Tahammül etmeye başlamak! Onu eskisi gibi sevebilmek için nedenler arayışına girmek... Gitmek istemek ama kalmak için neden bulmaya çabalamak... İşte bitiş budur! İşte bir aşkın bittiğinin, artık "onu" sevmediğinin, yeni okyanuslarda yüzmek istediğinin ispatıdır bu...

Öyle midir sahiden?

Artık onu erteliyorsundur... Ona kibar ve sevimli davranmaktan vazgeçmişsindir... İstemeden tersliyorsundur, hatta belki kabalaşıp kırıyorsundur... Eskisi gibi özlemiyor, yatarken onu düşünmüyorsundur... Kusurlarını görmeye başlamışsındır... Dünya üzerinde başka kadın ve erkekler olduğunu hatırlamışsındır... Onun yanında eskisi kadar eğlenmiyorsundur, espirileri bayık geliyordur, arkadaşları sevimsiz... Sırtını dönüp yatıyorsundur, uyandığında kendini yatağın bir ucunda düşmeye yakın buluyorsundur...

Herkese tanıdık "anlar" değil mi?

Gitmezsiniz, yeniden aşkınızın canlanmasını istersiniz çünkü; yıllarınızı, hatıralarınızı çöpe atmak istemezsiniz. Kendinize kızarsınız... Sevmek için zorlarsınız... Kalmak için bahane ararsınız...

Belki gerçekten geçidir bu soğuma, uzaklaşma... Belki bastırılmış bir öfkenin dışavurumudur... Belki geçecektir, güneşli günler yeniden gelecektir... Daha sağlam bir ilişki olacaktır belki de atlatılırsa eğer... "Yarım asırdır birlikte aşkla tutunanlar da aynısını yaşıyormuş meğer" denilecektir...

Zaten sevgi aşktan kıymetli değil midir? Aşk geçici sevgi kalıcı değil midir? Önemli olan aşkın ateşinin ilk günkü gibi harlı olması yerine dengeli yanması, sevginin sonsuz olması değil midir?

Zamane aşkları da bu acelecilikten bitmez mi zaten? Aile mahkemelerinin önündeki kuyruğun nedeni aşkın sönmeye başladığı anda, o tahammül etme evresinde, bunun bir geçiş olabileceğini düşünmeden kaçmanın sonucu değil midir?

Benimki mantıklı yaklaşım mıdır? Temkinli olmak mıdır? Yoksa safça bir düşünce midir? Bozulan şeyin düzelme imkanı yok mudur yoksa? Tahammül etmeye başladığımız an ilişkiye ve partnere şans verilmeden gidilmeli midir? Soğuyan sevginin ısınması çaresiz midir? Bir umut değil midir yaşatan bizleri?




Kral der ki : Lütfen gözlerime bakma, sana yalan söyleyemez...

Yanına yakışmak

Bazen bazı insanları ezmemek, küçümsememek, dalga geçmemek, fitne fücur düşüncelerini ve konuşmalarıyla yaşayışları arasındaki tutarsızlıkları ve dolayısıyla oluşan yapmacık hal ve hareketlerini suratlarına vurmamak, elime bir adet dövme boyasıyla makinası alıp alınlarının ortasına "loser" diye yazmamak için çok zor tutuyorum kendimi! Hele uzaktan izlediklerimi!..
"Sus!" diyorum kendime, "sen kimsin ki!". "Unutma" diyorum, "yukardan baktığın an düşebilirsin!". "Bırak" diyorum, "it ürür, kervan yürür; konuşan konuşsun, uluyan ulusun, cahil beyinleri eğitmek sana kalmadı!". "Gül!" diyorum kendime, "çünkü hayat gülünce güzel!"...

***

Birkaç sorum var:
  1. Dindar geçinip/görünüp Allah'a tanrı diyenleri ne yapacağız?
  2. Kafasına türbanı takıp benden "açık" takılanlara ne diyeceğiz?
  3. İçi kinden, hasetten çürümüşlere ne ilaç vereceğiz?
  4. Yüzüne konuşmaya cesaret edemeyip sanal ortamda nefretlerini kusanları ne edeceğiz?
  5. Kendi başına gelmesini olanaksız görüp, başkalarını yaşadıklarından dolayı hakir görenlere hayatın bir gün herkesle olduğu gibi kendileriylede oynayabileceğini nasıl anlatacağız?
  6. Sevgili Gülşen'in dediği gibi, "başkalarının üzüntüleriyle sevinip övünenler, kötü kalpli sevgi düşmanı çok sayın kara kediler"i nasıl afaroz edeceğiz?
  7. İntikam hırsı gözlerine çökmüş olanlardan nasıl korunacağız? (Sarımsak? Nazar boncuğu? Haç? Kurşun? Ayetel kürsi?)
  8. Dedikoducu, iftiracı, çirkef, kavgacı, yalancı, kinci insanları gördüğümüzde suratlarına tokatı çarpmadan nasıl "cool" takılacağız?
***

Yanına yakışmıyor...

Bu aralar bir şey dikkatimi çekiyor; herkes çiftlerde bir uyum, bir ahenk arayışında... "Dış kapının mandalı" şahıslar tanımadığı etmediği insanlar için, "yanına yakışmamış" gibi cümleler kurabilme haddini kendinde bulabiliyor. Hemde sadece bir fotoğrafa bakarak!

Neye istinaden?..

Herkes bir beden dili uzmanı olmuş da benim mi haberim yok? Yahut herkes "aura" mı görmeye başladı da, bizim göremediğimiz "enerji renkleri"nin uyumsuzluğunu yakaladılar? Oğlanın üstündeki "jean"in markasıyla, kızın üstündeki elbisenin markasını mı uyuşturamadılar? Rakip firmanın ürünlerini mi giymişler yoksa?

Renleri mi uymamış? Dilleri mi? Dinleri mi? Etnik kökenleri mi? Siyasi görüşleri mi? Boyları mı? Kiloları mı? Yaşları mı?

Nedir bu insanları yargılama hevesi? Nedir bu elmayla elma, portakalla portakal olma zorunluluğu? Bir Hristiyan bir Müslüman'ı sevemez mi? Bir Türk bir Kürt'e gönlünü kaptıramaz mı? Bu onları dinsiz mi yapar? Bu onları Pkk'lı mı yapar? Bu kadar sığ mı her şey? Nedir bu her şeyde bir "standart" arayışı? Her şeyin bir etiketi olması çabası? Nedir bu "toplum mühendisliği?"

Genç kadın yaşlı adama aşık olursa illa parası için midir? Üniversite mezunu bir kız okumamış biriyle evlenirse bu "hata" mıdır? Sırım gibi delikanlının yanına "tonton" bir kız varsa, "ııyykkk bu ne?" midir? Her şeyin bir nedeni olmak zorunda mıdır? Aşkta neden var mıdır? Kime göre? Neye göre? Aşk çözülememiş tek konu/duygu değil midir? Çözülse bu kadar roman, şarkı, destan yazılabilir miydi? Aşkı tatmadan, bilip bilmeden konuşmak hadsizlik değil midir? Kenan Doğulu,"herkes rütbesini bilecek" demedi mi?!

Aşk nedensiz sevmek değil midir? Dinine, ırkına, parasına, ailesine, eğitimine, kolundaki "altın bilezik"lere bakmadan? O zaman; kim, kimin yanına kimin yakıştığına karar verebilir ki, kalp kalbi yakıştırdıktan sonra?..

...

Burdan, oturduğu yerden tanımadığı etmediği insanlar, magazin sayfasında gördükleri ünlüler, sokaklardaki çiftler için "yanına yakışmamış" diye yorum yapan insanların alayına sesleniyorum: "SEN KİMSİN Kİ OĞLUUUMMM?!"...



Kral der ki: "Ölümün olduğu bu dünyada, hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında..."

19 Mart 2013 Salı

Denge

Bir rüya gördüm...

Olimpik bir havuzun ortasında, suyun üzerinde sığdan derine doğru halatlarla bağlı köprü gibi tahtalar vardı; hani şu uzakdoğuluların suların üstünde şip şip atladığı tarzdan... Üstündeydim... Karanlıktı... Yalnızdım... Sığdan derine doğru tahtaların üzerinde suya düşmeden yürümeye çalışıyordum... Dengede!.. Ortaya yaklaşıyordum ve birden aklıma suya bakmak geliyordu. İçimdeki ses, "suya bakma, bakarsan düşersin" diyordu. Kollarımı 2 yana açmış dengede durmaya çalışarak soluma doğru kafamı eğdim ve karanlık suya baktım, o an aklımdaki ses, "düştün!" dedi... Ve düştüm... Karanlık ve soğuk suya, bir an aklımdan düşmeyi geçirdiğim için düştüm, dengemi yitirdiğim için değil... Düşüncemden dolayı, düşme korkumdan dolayı! Ve korkuyla tahtalara çıkmaya çalıştım... Havuzdaydım oysaki, denizde değil, bana zarar verebilecek hiçbir şey yoktu suda, sadece ama sadece kendi yarattığım korkumdan dolayı düştüm, telaşlandım ve panikle tahtalara sarıldım...

Gerçek hayatta da böyle değil mi? Korkularımız bize hata yaptıran, korkularımız bizi durduran ya da harekete geçiren... Eğer rüyamda korkuma hükmedebilseydim, içimdeki sesi dinleyebilseydim suya bakmayacaktım bile ve havuzun ortasında yenilmeyecektim soğuk sulara, karşıda derin taraftan ıslanmadan çıkabilecektim...

Dışardan çok girişken ve cesur bir insan gibi görünsem de aslında bence en büyük korkaklardanım ben. Çünkü; stresli mevzuları konuşurken her zaman gerilirim, telaşlanırım, paniklerim; bu halleri zayıflık olarak addettiğim içinde anlamsız bir gururlu triplerine girerim ve sonunda da haliyle küslük ya da tartışma ortamı yaratmış olurum. Tamamen kendi korkularımdan ve korkaklığımdan...
Benim için stresli mevzular nelerdir?
  1. Alacak-verecek meseleleri, para meselesi yani; nefret ediyorum para muhabbetinden, hiç ticaret insanı değilim, hep "üstü kalsın" kafasındayım, utanıyorum da para muhabbetlerinden, en yakınımla bile! Misal; geçen gün en yakınlarımdan biriyle bir alacak verecekle ilgili hesaplaşmamız vardı; "sanki ben daha çok alacağım vardı diye hatırlıyorum" gibi bir cümle kurunca bu yakınım, bir stres bastı beni, "iftira atıyorsun bana" diye cozladım hemen ve sinirden ağlamaya başladım. Suratıma çamur atsaydı da ortaya öyle dayanağı olmayan bir cümle atmasaydı! Nitekim haklı çıktım! Nitekim ben hep haklı çıkıyorum ama tüm insanlığa potansiyel yalancı ve iftiracı gözüyle baktığım için her kim olursa olsun en ufak hesabım olduğunda bile strese giriyorum, korkuyorum! Para alırken de verirken de say derler; ben bu denklemin ne tarafında olursam olayım başımı yerden kaldıramam ki bir de parayı sayayım! (Hayatımda 2 kişiyle para konusunda rahatım biri babam biri de babam kadar gönlü geniş bir insan. Herkesten çok özür diliyorum ama bir bu 2 insanda para konusunda bendeki gibi umursamazlığı, parayla dalga geçmeyi ve gönlübolluğu gördüm.)
  2. Yüzleşmeler; uzlaşmazlıkların sonunda medeni insanlar haliyle yüzleşir, konuşur, anlaşırlar; işte ben yüzleşmelerde çok beceriksizim, hemen gardım çıkıverir, ya saldırganlaşırım ya, "yaee tamam ya sorun yok" diye cool triplerine girerim, sırf sıkıntılı mevzular kapansın gitsin diye, yine ispat edemeyeeğim iftiralardan korktuğum için!
  3. Ayrılıklar; her ne kadar ayrılık konusunda kestiğim bir dolu ahkam olsa da -dost ayrılmak vs gibi- aslında çok beceriksizim ayrılıklarda ve vedalarda... O yüzden arkadaş kalalım triplerine girerim, yine insanlara olan güvensizliğimden, arkamdan dönebilecek dolapları kontrol edemeyeceğimden, korkularımdan!
  4. Teklifler; reddedilme korkumdan kimseye hiçbir şey teklif edemem, burnum kaf dağında gezerim ama reddedilmeyim! Erkeklerden bahsetmiyorum aklınız hemen flörtöz şeylere gitmesin; o konuda 40-50li yılların kadınlarının kafasında olduğumu söylemiştim değil mi? Kadın avdır, erkek avcı! ;) Benim tekliften kastım, iş başvurusu ya da torpil ya da birinden bir konuda bir rica her ne olursa... Yapamıyorum, isteyemiyorum, mecbursam da öyle bir sinir, stres oluyorum ki hiç teklif etmeyim daha iyi, dövecek gibi istiyorum... Haliyle, bugüne kadar toplam 5 ricam varsa 4 buçuğu reddedildi; "bunun nasıl olsa bana ihtiyacı yoktur" diye düşündürdüğüm için... Korkumdan... Suya bakarsam düşerim korkusundan... Bu korkudan, gereksiz bir mağrurluğa büründüğümden...
Oysa ki rüyamdaki hataya düşmesem, suda bana zarar verecek bir şey olmadığını bilinçaltıma yazabilsem yani insanlara güvenebilsem, kontrol manyaklığımı bir kenara bırakabilsem belki o zaman ayrılıklarda da, tekliflerde de, yüzleşmelerde de, ticarette de tek başıma düşmek zorunda kalmam... Kimse de beni kraliçe sanmaz, daha çok sevilirim, hayat daha kolay olur...


Kral der ki: En kötü durum; sorunun ve çözümün ne olduğunu bilip yapamamak! En acınılası...

11 Mart 2013 Pazartesi

Mecbur değilsin

Bir grup insan var; kendilerini hayatları boyunca bir şeylere mecbur hissederler. Omuzlarına anlamsız yükler koyarlar. Kendilerini sürekli bir şeylerden ya da birilerinden sorumlu hissederler. İstedikleri hayatı yaşamaktan sorumluluklarını bahane ederek kaçarlar. Evet, bu sorumluklara "anlamsız" dedim, kaçışlarına "bahane" dedim... Çünkü, insanlar seçimleriyle vardır, her seçiş bir vazgeçiştir ve de yalnızca korkaklar kaçar! Bence böyle!.. Ya da bir ihtimal daha var; kendi kendilerine yarattıkları mecburiyetleriyle kendilerini önemli hissediyorlar veya da hastalar!

Çok üzülüyorum bu gruptakilere... Vurdumduymaz olduğumu düşünebilirsiniz... Bence değilim... Sorumluluk başka şey mecburiyet farklı şey, arasındaki ince çizginin ayrımına varmak gerek. Şuna inanıyorum ki; insan ne kadar mutluysa etrafındakileri de o denli mutlu edebilir.

Bir konuyla ilgili düşüncemi söylemeden önce mutlaka empati yapmak gibi bir alışkanlığım vardır. Kendimi her zaman karşımdakinin yerine koyarım, haklı çıkarmaya çalışırım. O yüzden ya "muhalefet" ya da "tuhaf" görünürüm. Çünkü her davranışın mutlaka bir açıklaması olduğuna inanırım. Herkes kendine göre haklıdır çünkü, haklı olduğunu düşünmese başka türlü davranır zaten, değil mi? Ama işte çok üzgünüm ki mecburiyetleriyle yaşayan insanlara hiçbir anlam veremiyorum. Üzülemiyorum da onlara. 50 kiloluk çantası sırtında dağa kamp yapmaya giden bir maceraperestin taşıdığı ağırlığa üzülmezsiniz ama fırtınıda düşen 50 kiloluk bir ağacın altında kalan insana üzülürsünüz hem de çok üzülürsünüz, yardım etmeye çalışırsınız. İşte aynen böyle bir şey, kendi kendine yüklenmiş kişiye kimse üzülmez...

O zaman:

Sevmediğin insanla yaşamaya mecbur değilsin.
Birilerine bakmaya mecbur değilsin.
İstemediğin işte çalışmaya mecbur değilsin.
Kimseye tahammül etmeye mecbur değilsin.
Sıkıldığın yerde bulunmaya mecbur değilsin.
İnanmadığın fikir karşısında susmaya mecbur değilsin.
Saklanmaya mecbur değilsin.
Sana uymayan hayatı yaşamaya mecbur değilsin.
Sırf birilerini memnun etmek için istemediğin hiçbir şeyi yapmaya mecbur değilsin...

İnsanlar mecburiyetlerini kendileri yaratır. Sorunun çözümü, mecbur olmak istemediğimiz şeyin alternatifini yaratmak kadar basittir her zaman... "Keşke o kadar kolay olsa" denildiğini duyar gibiyim. Kolay o kadar kolay... Ben yapıyorsam, o yapıyorsa; sen de yaparsın, alternatif yaratırsın, mutlu olduğun insanlarla mutlu olduğun şeyi yaparsın... Gerekli olan tek şey; cesaret...

"Niye o kadar uzun düşünürsün ki? Söyle bitsin. Yap gitsin. Def et gitsin!"



Kral der ki: Mutluluğun sırrı çok basit, çözmeye cesareti olana...

6 Mart 2013 Çarşamba

Heves

Hani kitap yazıyorum demiştim ya... Demiş miydim? Neyse... Yazıyorum işte...

Az önce tam kendimi kaptırmış gidiyorken birden bana "kal" geldi! Ya kimse beğenmezse, ya başım ağrıtılırsa, ya yazdığım konu gereksizse, ya her şeyi geçtim ben bu kadar emek sarf ettikten sonra hiçbir yayınevi kitabımı, daha doğrusu kitaplarımı; çünkü bir 4'leme olacak, basmayı kabul etmezse... Ya?.. Ya?.. Ya?..
Ve durdum!..

O, hevesi kursakta bırakma olayı var ya... Hani herkesin birbirine, kendine yapılmasından nefret ettiği halde yapıp durduğu!
Benim o kadar çok hevesim kırıldı ki... O kadar çok kırdılar ki heveslerimi... O kadar çok hayal kırıklığına uğratıldım ki... Herkes tarafından... Kime güvendiysem... Kime inandıysam... Kime açıldıysam... Ummadığım o kadar çok taş başımı yardı ki, beynim hasar içinde, kafatasım delik deşik... Ürkütüldüm... Korkak kaldı sanki bir yanım... Mükemmeliyetçi yanım garanticiliğe dönüştü... Hiçbir şeyinde garantisi olmadığı için başladığım şeyleri yarım bıraktım durdum... Belki de ben yarım kaldım... Kendimi yarım bıraktım...

Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol

Ben sanırım olduğum gibi görünmedim, göründüğüm gibi olmaya çalıştım. Özünde ince ve kırılgan bir insanım. Aslında bunu kabullenmem yıllarımı aldı! Bense sert hatta belki ters, duygusuz hatta ruhsuz gösterdim kendimi öyle de olmaya çalıştım çünkü güçlü olmak bu sandım... Ama içimdeki çocuğu öldüremedim... Neysen osun çünkü! Feriştahı gelse özümüzü değişemez! Özü kirli adam kirlidir. Bin dereden su gelse arınamaz. Özü saf adam kar gibidir... Üstüne bassalarda erir kendini yok eder, su olur yine yararlı olur... Kimseye zarar vermez...

Velhasıl kelam kimsenin hevesini kırmamak lazım. Biraz ince ve düşünceli olmak lazım. O, herkesin ağzına sakız olmuş ama çiğnemedikleri "empati" kelimesi var ya, hah işte onu kullanmak lazım! Kendimize yapılmamasını istediğimiz bir şeyi başkasına da yapmamak lazım.

Hepimiz insanıyız yaa... Gerek var mı gönül kırmaya?

 
Kral der ki: I don't know what to do with myself...



4 Mart 2013 Pazartesi

Çirkin ördek yavrusu

Eğer reenkarnasyon diye bir şey varsa ben kesinlikle önceki hayatımda 40'lar ya da 50'lerin Amerikası'nda yaşadım; kırmızı rujum, ojelerim, belden oturan dizaltında elbiselerim, 4-5 tane çocuğum, kocaman bahçeli evim, köpeğim ve salon erkeği kocamla birlikte...
 
Sonra kesinlikle ben bir halt ettim... Artık n'aptım bilmiyorum; kocamı mı aldattım, evi yakıp çocuklarımı mı öldürdüm, ve buraya 2. hayatıma cezalandırılmak için gönderildim!
 
Aksi takdirde 40-50'lerin kafasında, o zamanın modasına, idollerine, müziğine, yaşam tarzına takıntılı bir şekilde 2000'lerde kendimi çirkin ördek yavrusu gibi hissetmezdim değil mi?
 
Milenyum'a dair hiçbir şeyi sevmiyorum! Teknoloji, kadın-erkek eşitliği, hızlı tüketim, aile kavramının değerini yitirmesi, feminizm... Hepsinden nefret ediyorum. Kendimi de sıkışıp kalmış hissediyorum... Deli gibi, gençler içinde yaşlı gibi, askeriyedeki kadın gibi... Tuhaf, adlandıramadığım bir durumda...
 
En çok istediğim şeylere de en uzağım! Diyorum, kesinlikle cezalandırılıyorum ben burda...
 
Ha bir de kesinlikle ikizler burcuydum önceki hayatımda! Zaten "şizo" başka hangi burç var kı?
 
***
 
Marilyn Monroe, Angelina Jolie, Lana Del Rey... Eminim, tabiki de, doğal olarak birçok insan hasta bunlara ama benim bu 3 kadınla ilgili farklı bir takıntım var. Sanki bir onlar beni anlıyormuş gibi... Ablam gibiler... Aynı hasta beyinlere sahip gibiyiz... Hele Del Rey'in şarkıları... Yorum bile yapmak istemiyorum...
İkizler olma handikapından mı geliyor acaba bu yakınlık hissi? Hem karanlık, hem aydınlık olmak... Teşhisi konmamış çoklu kişilik bölünmesi yaşamak...
 
Tek bir farkım var ablalarımla; benim ünlü olma merakım ve isteğim yok. Hatta mümkünse olabildiğince sessiz, sakin, az insanla ve de huzurlu bir ömür sürmek istiyorum... Tabi cezalandırıldığım için hiçbir istediğimi elde edemiyorum... 
 
Kefaretim neyse lütfen ödemek istiyorum...
 

 

Kral der ki: Niye yazdın şimdi bunu peki?

3 Mart 2013 Pazar

Ben zaten kitabı da sonundan okumaya başlarım... Üzümün çöpü, armudun sapı...

Evet var! Kabul ediyorum var! Böyle bir huyum var! Huyum kurusun... Canım çıksın, var!

Kitabı da sonundan okumaya başlarım, sevgili aday adayının da adayı erkeklerle evlilik planları da yaparım!

Tanıştığım her erkeğe "potansiyel koca adayı" gözüyle bakma gibi bir huyum var! İlk 30 saniyede "ön elemeye" tutulur bu erkekler; sevimsiz bir sırıtması yoksa, gevşek değilse, çok konuşmuyorsa, alık alık bakmıyorsa, gevrek gevrek gülmüyorsa, boş gezenin boş kalfası değilse, üstü başıda temiz paksa benim için önelemeyi geçmiş demektir.

Sonra işte sıkıntı başlıyor!..

"Burcun ne?"

Ve ben başlıyorum içimden dua etmeye...

Allahım n'olur balık olmasın; bana göre fazla duygusal, fazla romantik... Rüya aleminde yaşayan, hayaller prensine tahammül edemem! "Mırç mırç" sevgi kelebeği... Ayyyhhh...

N'olur koçta olmasın! O dominant, ben dominant... 2 alfa olmaz bir ilişkide! Hem zaten işkolik olurlar, çekemem ben öyle hep iş iş iş...

İkizler? Yo yo yooo!. Benim yükselenim ikizler zaten, benden bir tane dahaya ne gerek var! 2 dengesiz, geveze birbirimizi yer dururuz artık!

Yengeçte olmasın... O da fazla duygusal! Sürekli 2 g*t bir donda gezemem ben kimseyle! Hem çok alınganlar... Her daim konuşmalarımı ölçüp, tartıp, biçemem!

Başak? Aman Allah korusun! Başaksan geri kaç! Temizlik hastası, duygusuz, ruhsuz, tuhaf... Böyle bir değişik... Ne olduğu belirsiz... Samimiyetsiz... Çıkarcı... İşine göre! Duygusal olduklarını iddia ederler ama ben daha hiçbir başağın duygusallığına şahit olmadım. Fazla içlerinde yaşıyorlar heralde! Zaten başağın birine vakti zamanında para kaptırmışlığım var o yüzden başak dendiğinde bile benim tüyler dikiliyor! (2 tane başak arkadaşım var: Arkadaşlar sözüm meclisten dışarı, lütfen üzerinize alınmayın. Ben koca adaylarından bahsediyorum. Ok? Çünkü biliyorum, bozulursunuz da söylemezsiniz ikinizde! ;) Seviyorum sizi Esra ve Atilla! ;))

Yay? Yaniiii... Yani iyi de yay ama işte arkadaş olarak... Ben onla anca gezerim, eğlenirim... Yayla evlenilmez ki... Yaydan çocuk yapılmaz ki...

Peki ya oğlak? Bir kere dünya görüşümüz farklı! Ben maneviyatı güçlü, hafif salaklık derecesinde Pollyannacı bir tipim. Oğlak? Tam zıttım! Daha manevi tarafı güçlü bir oğlak görmedim! Materyal dünyanın materyal beyinli insanları! Her şeye olumsuz tarafından bakarlar. Kendilerini sürekli garanti altında hissetmek isterler. "Napolyon" kafasında paradan başka bir şey olamaz odaklarında. Ayrıca çok da inatçılar! Fikirlerini kimse kolay kolay değiştiremez! Benim gibi temel ihtiyacı sevgi olan bir insan, temel ihtiyacı para kazanmak olan bir insanla anca rakı sofrasında anlaşır... O zaman oğlak; pas...

E kova? E o da çapkııııınnnn!!! Elinde tutamazsın ki! Kısıtlamaya gelemez ki! Fazla hareketli. Hızına yetişemem ben. Zekiler ya o yüzden! Beyin sürekli çalışma halinde, uyumuyor! Her gün yeni planlar, projeler... Evet güzel severler... Sevgilerini belli etmekten çekinmezler ama işte "çok" severler! Kalp geniş ya... Çok kişiye yer var orda... Ben "as"da olsam, yok uymaz bana. Gelemem ben kova yorgunluğuna!

Geriye kaldı; boğa, aslan, terazi, akrep. Aman ne güzel! %67 elenmiş oldu benim sevgili aday adayının adayları!

N'apalım nokta atışı yaparız bizde... Devam edelim...

Aslan? Aslan iyi hoş, karakterini çok severim. Hem de, hem kadınının hem erkeğinin! Asil olurlar... Ama işte bu aslanın da 3 çeşidi var; kardeşim gibiyse tamam! O da aslan... Kendimden çok onu seviyorum valla... Ama işte bu aslanın bir versiyonu da var; çok tembel! Tembel adamla olmaz! Bir versiyonu da var ki; gösteriş meraklısı, fazla egoist... Kendini fazla önemseyen ve öven insanlardan oldum olası hazetmem. Bırak senin hakkında başkaları güzel laf etsin!.. Neyse... Aslansa 2. elemelere kalabilir!..

Terazi benim burcum zaten. Boğayı da terazi gibi venüs yönetiyor. Evet ikimizde güzelliklere düşkün oluruz... Hayattan keyif almaya çalışırız... Pozitif insanlarızdır. Açıkçası boğayı tam anlamıyla çözmüş değilim. Biraz fazla ketumlar sanki... O zaman boğalar da 2. elemelere kalsın...

Terazi? İlk aşkımın burcu! Babam! Sonra bir de, ilk kalp çarpıntımın... Zaten başka da terazi tanıdığım yok. Babamla kuşak çatışmasından mı zıtlaşıyoruz yoksa terazi eşle de mi hırlaşırım bilemiyorum. Göreceğiz... Terazi babanın, terazi kızının, terazi kocası... Güzel olurdu değil mi? ;)

Akrep... Akrep... Akrep... Ah akrep... Vah akrep... Nerden başlasam... Nasıl anlatsam...
Gözlüksüz trafik levhasını seçemeyen ben, bir akrebi 1 km öteden tanırım. "Bela"nın kokusunu alıyorum heralde... Kanın vampiri çektiği gibi, ben de akrebi çekiyorum heralde... Tamam karşılıklı bir zaafımız var. Kabul!
Deyimler sözlüğüne geçsin: "En çirkin akrebin bile bir karizması vardır. - M.Y."
Oyunculuğunu ve karizmasını beğendiğim ünlülerin bile akrep çıkması enteresan değil mi? Ryan Gosling, Kıvanç Tatlıtuğ, Teoman, Leonardo Di Caprio...
Akrebi seviyorum çünkü karakter olarak benim zıttım ama duygusal olarak da terazi kadar yoğun. Hatta daha derin...
Ben tembelim, rahatına düşkünüm, keyfe kederim... O hırslı, azimli, pes etmeyen, yorulmayan, güçlü... Ben konuşurum, o dinler... Ben sevilmeyi severim, o sevmeyi sever... Ben giderim, o gelir... Ben saçmalarım, o dengeler... Akrep aldatır derler, yalaaannnn!!! Akrep sevdi mi çok güzel sever! Derin sever, dibine kadar sever... Ama işte gözü kör olasıca akrebinde bir huyu var ki, kendi kendini zehirli kuyruğuyla sokmasına neden olur! O noktada işte onlara kimse yardımcı olamıyor. Hoş, kimsenin de yardımını istedikleri olmaz! Huyları şu ki; bir sorunları, sıkıntıları oldu mu içlerine kapanırlar! Uğraş ki açasın! Zodyağın ağası ya bebeler kimseyle paylaşmazlar dertlerini. Çoğu da böyle anlarda, zaten eğilimleri olan alkol ve uyuşturucuya düşerler. Kendilerini herkesten uzaklaştırırlar. Vardırlar ama yoklardır... Bu durumda 2 seçenek kalır; ya susacaksın bekleyeceksin saklandığı yerden çıkmasını, ya da terazi gibi paylaşımcı, ortaklık burcuysan en başından bulaşmayacaksın akrebe!
O zaman iyisi mi biz akrebi de eleyelim!

Geriye kalan %25 lik şansımız boğa, aslan, teraziyle 2. elemelere devam edelim...

Daha, benim de ona uygun olmam, ailelerin uyuşması, dünya görüşü, kültür, eğitim, tensel uyum...

Ohoooo... Bu evlenenler nasıl evleniyor?..



Kral der ki: Deli değilim beeeennnn!!!

;)

İş

Daha küçücük çocukken yanılmıyorsam babaanneme sormuştum: "İnsanlar neden para kazanıyor? Herkes ihtiyacı olanı birbirine takas usulü verse ya..."

Babaannemin verdiği cevabı hatırlamıyorum! (İşime gelmeyen şeyleri unutma huyum çocukluktanmış...)

Sonra büyüdüm... Üniversiteye gittim... İşletme okudum. (Okumaz olaydım!) Neyse... Benim "takas" yöntemimin M.Ö 8000'le 5000 arası Cilalı Taş Devrinde kullanıldığını öğrendim! (Ne kadar çağ dışı bir insanım! Allah beni kahretmeye!)
Bir de Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisini öğrendim. ( Üniversiteye dair aklıma en net yerleşen sayılı konulardan biridir!)


Maslow'a göre, temel ihtiyacımız, "nefes alma, yeme, içme, uyuma, sevişme..." Sonraki ihtiyaçlarımız yukarda görüldüğü gibi 5 basamak olarak yukarı çıkıyor.

Fizyolojik(yeme,içme,ısınma,örtünme...) ve güvenlik ihtiyaçlarımız dışında hiçbir ihtiyacımız için paraya(!) ihtiyacımız yok! Başkaları ile ilişki kurmak, kabul edilmek, ait olmak, yeterli olmak, kişisel tatmin... Bunların hiçbirinin parayla pulla ilgisi yok!

Peki neden insanların çoğu ihtiyaçlar hiyerarşisinin en alt 2 basamağında takılı kalıyor?!

Neden insanların 2 cümlelerinden biri para ve para kazanmaları üzerine. Bir ben mi sevgi budalasıyım? Bir ben mi kariyere meraklı değilim? Bir ben mi gerçek hayatın burdan ibaret olmadığının, o yüzden elimizden geldiğince mutlu olmaya çalışmamız gerektiğinin farkındayım?

Tamam, vatandaş olmanın kolay olmadığı hatta vatandaşlık kelimesinin dahi anlamının ve haklarının bilinmediği bir ülkede yaşıyoruz. Dolayısıyla fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarımız için "mücadele" etmemiz gerekiyor. Bir İsveç değiliz, bir Norveç değiliz ne yazık ki... Ama abartmıyor muyuz?

İş, iş, iş... Çalışmaya harcanan zamanlarla hayatı ıskalamıyor muyuz?

Bir adam tanıyorum. İşinden dolayı karısının doğumlarına bile gitmemiş... Çünkü para kazanıyormuş... Onlar için!.. Sonuç itibariyle bu adam son 6 senedir "onlar" için para kazandığı sevdiklerinden uzakta ve parasız! En çok kullandığı cümle de; "hayatımı niye daha çok yaşamadım?!"

Uzun lafın kısası, tahammülüm yok sürekli "bırbır" işinden konuşanlara, yarış atı gibi yarışanlara, yetinmeyi bilmeyenlere, hep daha fazlasını isteyenlere, işlerinden dolayı sevdiklerini ihmal edenlere, gerekçe olarak da işini gösterenlere!..

Kral der ki: "Kariyer yapmak güzel şey ama soğuk gecelerde kariyerinize sarılıp ısınamazsınız." Marilyn Monroe

1 Mart 2013 Cuma

Köşe kapmaca

Neden erkekler köşeye sıkıştıklarında kaçarlar? Korkak oldukları için mi? Zayıflıklarını gizlemek için mi? Sorunlarıyla yüzleşemedikleri için mi? Kadınlar kadar cesur olamadıkları için mi?..

"Sıkışmak: 1- Birbirine basınç yapacak kadar yaklaşmak
                    2- Basınçla iki şey arasında kalmak
                    3- Dar bir yere zorla sığmak veya sığdırılmak"

***

Sorundan mı kaçarlar? Sorunun 2. tekil şahısından mı? Yoksa kendilerinden mi kaçarlar?..

Erkekliğin 10'da 9'u kaçmaktır diye bir kavram bile vardır literatürde!

"Kaçmak: 1- Kimseye bildirmeden bulunduğu yerden ayrılmak, firar etmek
                   2- Hızla koşup bir yere saklanmak
                   3- Kendini göstermemek, rastlaşmamaya çalışmak"

Bu durumda erkekliğin 10'da 9'u, sıkıştığında(dar bir yere zorla sığdırıldığında!); bulunduğu yerden ayrılmak, bir köşe bulup saklanmak, köşesine çekilip/sığınıp kendini göstermemek, rastlaşmamaya çalışmak oluyor...

İyiymiş... Değil mi?..

***

Peki doğalarında mı vardır bu davranış biçimi?

Genç, yaşlı; iş hayatında, aşk hayatında, arkadaşlıklarında, her daim böylelerse bu yaradılışlarından mı kaynaklanıyor?

Öyle değil mi? "Mış gibi" davranmak yani kaçmak erkeklerin temel felsefesi değil mi?
İş yerinde sorun yaşadıklarında hiçbir şey olmamış gibi davranırlar; ne gidip sorunu yaşadığı kişiyle konuşup uzlaşmaya çalışır ne gelip evde anlatır... Sevgilisiyle/karısıyla sorun yaşadığında susar; kadın kendi kendine kurar, kurar... Ayrılıklarda susar... Anlaşmazlıklarda kaçar... Verdiği sözü tutamadığında özür dilemek yerine susar, kaçar... Strese girince susar... Reddedilince küser... Maddi sıkıntısı olduğunda hepten içine kapanır ya da etrafa çatar ama konuşmaz! Sağlık sorunu oldu mu bebek gibi mızmızlanır ama doktora gitmez, derdini anlatmaz, susar... Kaçar!..

***

Köşeler hep kapılmıştır bu hayatta. Kadınların sığınacak liman aradığı dönemlerde, her bir köşeden bir erkek çıkmasının nedeni de budur belkide... Doludur çünkü köşeler...

Köşeye sığınanların sırtları güvendedir aslında. Arkalarını sağlama almışlardır. O yüzden ortada kalan kadınlardır. Kadınlar avdır... Gafil avlanandır...




 Kral der ki: Bir de kadınlara karışık derler... En azından onlar konuşuyor...