24 Nisan 2012 Salı

Türkiye'deki Boardwalk Empire Kahramanları

Amerika'nın, Martin Scorsese imzalı, son dönemlerde en meşhur dizilerinden Boardwalk Empire'ı duymuşsunuzdur.

Dizide 1920 Amerika'sındaki içki yasağı, politikacıları ve haliyla mafyası anlatılıyor. Tamamen gerçek ve yaşanmış bir hikaye. Hatta isimler bile aynı ya da küçük değişikliklere uğramış.

Başrol kahramınımız Enoch 'Nucky' Thompson (gerçek hayattaki ismi Enoch Lewis "Nucky" Johnson), Atlantic city'nin hazinedarı denilen bir görevde. Şehrin en tepesindeki adam, bizim vali gibi bir şey oluyor. 2. kahramanımız James 'Jimmy' Darmody de, Atlantic City'nin gerçek kralı denilen, şehri kurmuş olan, Amiral lakaplı, eski hazinedar, eski toprağın oğlu. Nucky, Amiral'in elinde büyümüş. Jimmy'de Nucky'nin. Nucky bildiği her şeyi Amiral'den öğrenmiş. Nucky, şehri Amiral'den devraldıktan sonra yıllarca en tepede hüküm sürüyor. Nucky'nin Amiral'den farklı olarak sahip olduğu sağduyusu (!) sayesinde boynuz kulağı geçiyor. Şehirdeki tüm yasadışı işler Nucky'den geçiyor. Nucky'den habersiz kimse nefes alamıyor dense yeridir. Nucky'nin bu kadar öne çıkıp, kendisini hiçe saydığını düşünmeye başlayan Amiral, Nucky'nin başarısını (?!) hazmedemiyor ve Nucky'i devirme planlarına başlıyor. Oğlu Jimmy'i Nucky'nin yerine koyacaktır. Yani bir devri kapatıp bir devri açacak...

Jimmy toy... Nucky feleğin çemberinden geçmiş. Amiral yaşlı, hatta felç geçirdi bir ayağı çukurda. Size de bu 3'lü tanıdık gelmedi mi?

Jimmy, politikayı yeni öğrenen, etrafında bir sürü akıl vereni olan, daha kendi sistemini oturtamamış ama hırslı, Kemal Kılıçdaroğlu! Nucky, tabiki de "büyük patron (?)" Recep Tayyip Erdoğan! Amiral'se, Tayyip Erdoğan'ın dizlerinin dibinde büyüdüğü Necmettin Erbakan!

Dizide Jimmy'nin yaşadığı tüm zorluklar, politikayı ve işlerin nasıl yürüdüğünü öğrenmeye çalışması, oturduğu koltuğun yükünün ne kadar ağır olduğunu oturduktan sonra anlaması vs. bana hep Kılıçdaroğlu'nu hatırlatıyor. Nucky'ninse kendinden eminliği, yılların verdiği tecrübe ve sağduyuyla (!) herkese meydan okuması, Tanrı'yı oynaması; Tayyip'i izliyor gibi oluyorum. Amiral'e gelince, kim bilir Erbakan yaşasaydı taraf değişip Kılaçdaroğlu'na kaymayacağını. Tayyip'le oklar tersine dönmemiş miydi? Sonuçta siyaset değil mi? Her zaman şaşırtıcı gelişmelerle dolu...

Dizinin sezonunun sonunda ne mi oluyor? Jimmy ortalığı sallayacak gibi görünürken, Nucky kimsenin onun zekasıyla başedemeyeceğini kanıtlıyor ve krallığını yeniden devralıyor hem de arkasında her hangi bir tehdit bırakmadan; Jimmy'i öldürüyor!


soldaki Jimmy, sağdaki Nucky




Bu fotoğraftaki Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’e de, Boardwalk Empire'da bir rol verecek olursak, öz kardeşi ve patronu olan Nucky'i satıp, Jimmy'le işbirliği yapan, şehrin şerifi, Eli Thompson rolü uyar sanırım. Kendi başına bir güç olmamakla beraber, tarafını bile belirleyemeyen, rüzgara göre yön değiştiren, aslında sadece kendi çıkarını düşünen, kaybedince mızmız bebek gibi davranan bir teşkilat...

Kral der ki: Dilerim ülkemizdeki Boardwalk Empire'ın sonu dizideki gibi olmaz ve ülkemizin birlik, beraberlik, refah ve laikliği için hayırlı olanı olur.

17 Nisan 2012 Salı

Konuşma sanatı

Ne kadar konuşmaya meraklı bir toplumuz biz, değil mi? Konuşacak konu olsun yeter ki bize, bir fikrimiz olmasa da konuşur dururuz biz. "Ali ata bak"ı öyle bir söyleriz ki, dinleyen zanneder aruz vezninde şiir yazmış da okuyor! Bülent Ersoy misali...

Türk insanı dinlemeyi bilmiyor derler... Çünkü o kadar çok boş konuşan var ki, gerçekten dinlenmesi gereken biri konuştuğunda da kulaklarımızı tekrar açmayı unutuyoruz bence. Yoksa dinlemeyi bilmediğimizden değil!

Oldum olası boş konuşan insanlara tahammülüm yoktur. Öyleleri var ki,  lafı allıyorlar, pulluyorlar, döndürüyorlar, dolaştırıyorlar, sakız yapıyorlar ki, kendileri bile neyi anlattığını unutuyorlar. "Ne diyordum ben?!" Çok tanıdık bir cümle bu size de, değil mi?

Gereksiz uzunlukta konuşan insanların hep, mutsuz veya evlerinde sorunları olan insanlar olduğunu düşünmüşümdür. Asıl sohbet etmeleri gereken insanlarla diyalog (!) kuramadıkları için, yerli yersiz içlerinde biriktirdiklerini döküyorlar.

Tuhafıma gidense, böyle geveze insanların karşısında sıkılanların suratı bin şekle girer, elleri ayakları oynamaya başlar. Kısacası beden dili hemen ele verir, sıkıldığını ve konuşmayı sürdürmek istemediğini ama ben daha bu sıkılma mimiklerinden anlayanını ve konuşmasını sonlandıranını görmedim. Bu kadar ben merkezli insanlar var işte! Kendilerini o kadar önemsiyorlar ki karşısındakinin onu dinlemek istemediğine ihtimal bile vermiyorlar! Bir de susturulunca sinirlenir, bozulur bu tipler, Amerika'yı baştan keşfetmiş, anılarını anlatıyor ya!..

Gevezeler nasıl susturulur?

Araya girmenize müsade etmeden konuşan insanları susturmak için, birden alakasız sorular yöneltin. Mesela siyasetten mi konuşuyor, dan diye "burcunuz ne" diye sorun. İlk denemede yılmazlar büyük ihtimalle, ikinci sefer de "ceketinizi nerden aldınız" deyin. Baktınız hala pes etmiyor koşarak ordan uzaklaşın! İşin espirisi bir yana böyle insanların sadete gelmesini sağlamanın tek yolu sizin konuyu toparlamanızdır; "yani şöyle mi demek istiyorsun", "demek istediklerini çok iyi anladım" gibi cümlelerle konuyu toparlayıp, saatlerce kendinizi prangalara bağlı hissetmekten kurtulabilirsiniz.




Kral der ki: İyi bir dinleyici olmak terbiyenin ve eğitimin göstergesiyse konuşmak da bir sanattır.

Yarım kalan aşklar

"Ben seninle dost kalamam!" "Dost olalım diyen kim?! Bunca yaşanmışlığın ardından hiç olmamış gibi davranacağımıza, arkadaş kalsak yeter! Bize de bu yakışmaz mı?"

Dostla arkadaş çok başka kavramlar. Tabiki de ayrılmış 2 insan dost kalamaz. Birlikte sinemaya, bara, alışverişe gidecek halleri yok, ama arada sırada, birbirlerinin akıllarına geldiklerinde -her insanın eski sevgilisi aradan 10 yıl geçmişse de mutlaka ara sıra bir şekilde aklına gelir- birbirlerini aramalarının, hal hatır sormalarının nesi yanlış? Korkuyorsa biri eski sevgilisini ararken, seviyordur işte hala onu!

Ayrılan iki sevgili arkadaş kalamıyorsa eğer, yarım kalan bir şeyler vardır orda. Yoksa neden arkadaş kalamasınlar? Neden facebook, twitter, msn, telefon vs.den silsinler? Neden karşılaşmamaya özen göstersinler?

Ayrıldıktan sonra arkadaş kalabilenlere şaşırır bazıları. Elini tuttuğun, öptüğün kişiyle nasıl arkadaş olur insan derler. Neden olmasın ki? Bir şeyler yaşanmış ve bitmişse iki kişinin arasında, birbirlerine o gözle bakmazlar ki! Hatırlamaz bile insan, eskiden sevgilisi olan insanın ona dokunduğunda duyduğu heyecanı. Yani en azından kızlar öyledir. Her kız yeni ilişkisine bakire duygularla başlar. Erkeklerse öncekilerin bıraktığı yarayı asla kapatmazlar tekrar aynı acıyı çekmeye korktukları için. Zaten genelde ayrıldıktan sonra arkadaş kalamayan taraf da erkekler olmaz mı? Belki de bu, erkeklerin duygusal kapasitelerinin kızlarınki kadar güçlü olmamasından kaynaklanıyordur.

Biten değil de yarım kalan aşklar üzer insanı... En önemli nokta işte budur, gözyaşlarının sebebi arandığında! Kimse miyadı dolmuş ilişkinin ardından ağlamaz, çok çok el sallar. Ama yarım kalmışsa eğer o aşk, yaşanamamışsa eğer o ilişki layıkıyla, o zaman üzülür işte insan. O zaman arkadaş kalmak istemez işte insan! Çünkü o zaman hep bir "acaba" olur aklında. Her şeyin altında bir şey arar. Her şeyi beklentilerine göre yorumlar. Sonunda da çoğunlukla duvara toslar! Çünkü çoğunlukla tek taraflı yarım kalır aşklar. Yoksa neden giden gitsin ki? Aşkta engel mi vardır ki?

İnsan aslında hep kendine ağlar da fark etmez hiçbir zaman... Kendi çaresizliğidir o gözyaşlarını akıtan...

14 Nisan 2012 Cumartesi

Yağmur

Aşırı sıcakların ardından, aniden bastıran ysğmurlu bir günde doğmuşum ben
Ekim...
Hava elementi...
Belki de o yüzdendir havanın durumuna göre psikolojik durumumun değişmesi
Yaz hariç hiçbir mevsimi sevmem ben
Baharı bile!
Dengesizdir bahar...
Kendimden dengesiz olan hiçbir şeye tahammülüm yoktur benim
Enteresan, yazı severim, 4 mevsim yaz olan yerde yaşamak isterim ama tüm yaz bronzlaşmamak için denize girmem
Beyaz ten takıntım vardır benim
Böyle de dengesizim
Gökyüzünden düşen suyun tüm halleri, yoksa benim biriktirdiklerim mi?
O yüzden mi, bulutların güneşin önüne geçmesiyle içime kapanmam, kapılarımı kapatmam?..
Mitolojide yağmur için Tanrı'nın gözyaşları denir...
O ağlarken benim niye içim kararıyor?
Benim niye güneşim kapanıyor?
Niye gidip sessizce bir köşede ağlamıyor?!
Kimisi sever yağmurda yürümeyi...
Su elementi olanlar mı onlar da?..
Önceki hayat denilen bir şey varsa eğer
Kesin soğuk ve kasvetli bir yerde yaşadım...
Hatta donarak öldüm...
Başka nasıl bir açıklaması olabilir; kardan, yağmurdan, soğuktan bu kadar nefret etmemin?..
Akdeniz insanıyım ben
Bir yağmur bile keyfimi kaçırır hemen
Vazgeçirir neşeli cumartesi gecesinden...




11 Nisan 2012 Çarşamba

Kral. ben ve deniz

Daha dün bir arkadaşım, "ne kadar hızlı bir hayat yaşamışsın" demişti... Tabi şimdi anlatacağımın hızla bir ilgisi yok ama bu da (!) başıma geldi!

1 hafta önce uçağımın gününü şaşırdığım için uçağımı kaçırmamın ve de bunu havaalanına gidince fark etmemin çevremde yarattığı şok etkisi daha geçmemişken bugün olanlardan sonra kesin tescilleneceğim!

2 haftadır oğlumdan uzakta olmanın hasretiyle, gelir gelmez sahilde biraz dolaşalım demiştim. Ben nerden bilecektim başıma gelecekleri...

Fazla meraklandırmadan direk söylüyorum: Kral'la birlikte denize düştük!!! Evet evet, ciddi, bildiğiniz denize düştük; kafamıza kadar da battık! Emirgan sahilinde!!

Her zamanki gibi İstinye sahilinden Bebek'e doğru yürüyüşe çıkmıştık. Kral'la başedemediğim için sahile iner inmez tasmasını çıkarırım. Dönüşte, eve varmamıza 10 dakika kala, sen benim salak, martıyı yakalayacağım diye koş, yosundan kay, denize uç. Tabi ben Kral'dan salak, köpeği kurtaracağım diye peşine koşarken hoooppp kaydım ve boğazın buz gibi sularında buldum kendimi!

Şansımıza, her zaman iğne atsan yere düşmeyecek olan Emirgan sahilinde bugün in cin top oynuyordu.

Bizi kurtarmayaysa gele gele bir amca ve 2 tane halıcı -evet halıcı! O sırada sahilden arabasıyla geçmekte olan yakışıklı prensim değil, halı teslimatına giden 2 halıcı- geldi. Tabi doğal olarak insan insanı kurtarmak ister. "Hanımefendi elinizi uzatın" diyor çocuk. Bense hala Kral'ı koruma ve kurtarma derdinde "köpeği çıkarın köpeği" diyorum! Normalde 5 kg lık yağ tenekesini taşıyamayan bana bir güç geldi, 20 kg luk Kral'ı kaldırdım adama verdim! Zavallım neye uğradığını şaşırmıştı. Tabi aldı beni bir gülme krizi. Sırılsıklam ve ağzımdan burnumdan yosunlar çıkar vaziyette Kral'ın ve "kurtarıcılarımızın" korku dolu bakışları karşısında deli misali gülüyorum. Kendi kendime kahkahalar atmamdan olsa gerek, iyi olduğumu düşündü heralde adamlar ve "geçmiş olsun" deyip bizi orda öylece bırakıp gittiler!..

Aklıma gelen başıma geldi...

Evden çıkmadan da annemi aramıştım, "telefonumu yanıma almıyorum ararsan merak etme" diye. Annem de "al telefonunu kızım, n'olur n'olmaz bir şey mişey olur" demişti. Bana da malum olmuş gibi "yok ya almayacağım. Şimdi Kral denize falan düşer soyunup atlamak zorunda kalırım, telefonum çalınır" dedim! Ne yazık ki soyunamadan, üstümde başımda ne varsa düştüğüm için, ıslanmış montun yarattığı, artı 10 kg ağırlıkla evime yürümek zorunda kaldım! Yalnız, Allah yüzüme bakmış da annemi dinleyip telefonumu almamışım. Bir de, daha taksiti bile bitmemiş, bozulan telefonla uğraş dur!

Peki sorarım ben "evrene"; yıllardır bu çekim yasasını uygulamaya çalışır dururum, neden, mütemadiyen aklımdaki ve dilimdeki beyaz atlı prensimi karşıma çıkarmamakta, peri masalı aşkını bana yaşatmamakta ve mutlu sona erdirmemekte ısrar ediyorsun da, bir anlık denize düşmeden söz ettim diye kendimi buz gibi sular içinde, kucağımda şapşal köpeğimle debelenip dururken buluveriyorum?



Kral der ki: Demek ki neymiş? Her zaman anne sözü dinlememek gerekirmiş... Hay bin benim akıllı kafam! ;)

23 Mart 2012 Cuma

Sen ol istedim, son ol istedim

Bob Marley demiş ki; "herkes sizi incitecek, önemli olan acı çekmeye değecek kişiyi bulmaktır."

Ne kadar kaygan zeminli ilişkiler yaşıyoruz, ne kadar içi boş aşklar yaşıyoruz...

Zamane aşkları: ilk gün: Merhaba, ikinci gün: Seni seviyorum, üçüncü gün: Sensiz yaşayamam, birinci ay: Senden çocuğum olsun istiyorum, 2.ay: Hoşçakal!..

Tahammülsüz ve yorgunuz acaba ondan mı? Yoksa hep geç mi kalıyoruz ya da bize geç mi kalınıyor? Önce uğrayanlar bütün güven ve iyi niyeti yok mu etmiş oluyorlar? Hep yanlış zamanda yanlış kişide miyiz?

Aklıma bir şarkı geliyor: "Terkedip gitmek kolay, alışkanlık kalır sadece geriye ve bir tek o koyar. Yeniden sevmek kolay, başından başlamak gerekir her şeye ve bir tek o yorar."

Yoksa her şey geçici bir heves mi? Hevesin adı aşk mı olmuş?

İlişkiler için emek harcanan dönemler çok mu geride kaldı? Sesini duymadan da bize ait olduğunu hissedebilmek çok mu imkansız oldu? Görüşmemek demek bitmesi mi demek oldu? Teknoloji çağındayız o yüzden mi? "Aramıyorsa sevmiyordur." Bu mudur? Ne zaman insanlar bu kadar ben merkezli oldular, "biz" demekten vazgeçtiler? Bu zihniyetle ne tür bir evlilik yapmayı planlıyorlar? Temeli olmayan bina kaç kata kadar çıkar, kaçıncı katta yıkılır?

Yoksa ben mi çok aptalım?

Yoksa ben mi çok romantiğim?

***

Ayşekız demiş ki:

Ayşe Özyılmazel'in bir yazısını okudum.

Diyor ki; "Sürprizler ilişkinizi terk ettiği zaman.
Onsuz çok eğlenebildiğin zaman.
Sabah olsa da, sessizce işlerimize dağılsak beklentisine girdiğin zaman.
Kahvaltılar bittiği zaman.
Tek başınıza sıkılmaya başladığınız zaman.
O aradığında heyecanla telefonu açmak yerine, işinizi bölmemek için "Sonra ararım" deyip telefonu sessize aldığınız zaman.
Konuşmadığınız zaman.
Onun bütün gün ne yaptığını en ince ayrıntısına kadar merak etmediğiniz zaman.
Çift olarak hayal kurmayı bıraktığınız zaman.
İşte bunların hepsi kırmızı alarm."

Ben katılıyorum söylediklerine ama peki ilişki baştan böyle başlamışsa n'olacak? Balık baştan mı kokmuş oluyor?

İlişkileri başından böyle başlayıp 5 sene devam edip 2 senedir de evli olan bir çift tanıyorum. Kim kime dum dumaydılar. Bu nasıl aşk derdim hep içimden. Biri gece dışarı çıkardı haber verme tenezzülünde bulunmazdı, öteki işim de işim derdi başka şey düşünmezdi. 2 senedir evliler, mutlu da gibiler ama hala garip geliyor bana...

O zaman bu durumda, her ilişkinin kendine göre bir çarkı yoktur. Ayşe Özyılmazel'in dediğine göre herkesin ilişkiyi yaşama biçimi aynı olmaz mı? Tek doğru mu vardır aşkta? Yoksa bunlar genel geçer kurallar mıdır?..

***

Seven sevdiğini hissettirir. O yolla ya da bu yolla. Gözden uzak olan gönülden ırak olmaz, gönülden uzaklaşan gözden de ıraklaşır. Sanırım tüm mesele bu...



Kral der ki: Her şey bir yana, en zor olanı, unutmak için en mutlu olduğumuz anları öldürmemiz gerekiyor.

13 Mart 2012 Salı

Yalnız kadın sendromu

Dün George Clooney'nin, orjinal adı The Descendants olan, Türkçe'ye "Senden bana kalan" diye çevrilmiş bir filmini iztedim.

Filmde, karısı bir tekne kazası sonucu komaya giren ve uyanamayacak olan bir adamın, karısının yaşam ünitesi fişi çekilmeden önce yaşadıkları anlatılıyor.

Karısı ölüm döşeğindeyken, aldatıldığını öğreniyor bizim masum, zengin, işkolik kahramanımız Matt (!) Ve film bunun üzerine ilerliyor. Meğer karısı ölmeseymiş Matt'dan boşanmaya hazırlanıyormuş çünkü aşık olmuş!.. Aldatıldığı adam bulunuyor, yüzleşiliyor... Ve ortaya çıkıyor ki karısının sevgilisi evli, mutlu, çocuklu bir adam. Hem de kendi karısını gerçekten çok seviyor! Anlık bir şehvetle başlayan, sonrasında da karşı koyulamayan, sevgiden yoksun, sadece seks içerikli bir ilişki bu sadakatsiz kocaya göre.

Film aldatılan eşin dramını anlatıyor. Filmin başından sonuna kadar erkek kahraman haklı, karısı yerden yere vuruluyor. Sadakatsizlik etmiş çünkü (!) Filmin kadın ruhundan anlamayan erkek bir senarist tarafından yazıldığı, çizildiği, erkek yönetmen tarafından yönetildiği o kadar belli ki!..

Ben asıl dramı ölüm döşeğindeki o zavallı kadında gördüm. Ölümü bekleyen kadın, yıllar boyu kocasının ilgisinden, şefkatinden yoksun kalmış bir kadın. Haliyle çok sosyal, evde bulamadığı mutluluğu dışarda arayan, kendini arkadaşlarıyla oyalayan bir kadın. 2 çocuğunu da tek başına büyütmüş, masum (!) kocanın çocuklarıyla en son yalnız ilgilendiği zaman çocuklar 3 yaşındayken! Neden? Çünkü aldatılan kocanın işleri var! O bir iş adamı! Parasına para katmalı!

Bu şekilde 20 yıl yaşadıktan sonra bu kadın tekrar aşkı tatmış çok mu? Erkek yapınca elinin kiri, kadın yapınca namussuz mu? "Yapana değil yaptırana bak" diye bir laf yok mu? Bir kere hiçbir kadın seks için aldatmaz! Şefkat ve sevilmek için başka kollara gider kadın.

Ayrıca bu kadına üzülmemin ikinci sebebi de, uğruna kocasını terk edeceği adamın onu sevmiyor olması! Onunla sadece seks ve heyecan için birlikte olması!

Şimdi söyler misiniz, burdaki gerçek dram kimde? Zengin, umursamaz, işkolik kocada mı? Yalnız, mutsuz, umutsuz kadında mı?

Her zaman söylüyorum; "aslında giden değil, kalandır çoğu zaman terkeden... Giden de bu yüzden gitmiştir zaten!"

27 Şubat 2012 Pazartesi

Pazar şiiri

İstanbul uyuyor
Ben ayaktayım
Tüm fazla uykularımın acısını çıkarırcasına uykusuzum
Yalnızım uzun zamandan sonra bu evde
Gözlerim şiş
Özledim tek bir erkeği
Başım ağrıyor
Uyumak istemiyorum
Saat 8 buçuk
Dışarı çıkıp balıklara yem mi atsam?
Denizi mi izlesem?
Kızar mı köpekler erken bir pazar sabahı sokakları ihlal ettim diye?
Beni gördüğünde ne diyeceğim ben sana gözlerimin hali için?
Çok kitap okudum mu? Gribim azdı mı?
Yoksa köpeğime mi suçu atacağım bütün gece beni uyutmadı diye?
İstemiyorum hiçbir erkeğimi aramak bana kol kanat germeleri için
Gözyaşlarımı silmeleri için
Çoklu kişilik bozukluğu yaşıyorum ben desem korkar mısın benden?
Korkma her kadında vardır çok kişilik
Sabaha kadar ağlayıp ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi davranan varlığa boşuna kadın dememişler
İlk defa hayal kurmuyorum, biliyor musun?
Biliyorum her telden konuşuyorum
Ne dediğimi anlamıyorsun bile
Eseni yazıyorum
Beynimin içindeki seslerle sohbet bunlar
Psikoz sanıyorsun belki de
Kim bilir... Belki de öyledir...
Aslında tek demek istediğim;
Korkuyorum...
Sevinçlerim hep kursağımda kalır benim
Korkuyorum büyüsünün bozulmasından
Korkuyorum mutlu olmaktan

20 Şubat 2012 Pazartesi

Trip atmak kızların ata sporudur

Erkeğinde trip atanı hiç çekilmiyor be arkadaşım!

Trip dişilere özgü bir davranış biçimidir diye bilirim ben. İnsanlığın ilk tarihinden beri bu böyle değil midir? Erkek avcıdır, kadın toplayıcı! Kadın nazlanır, erkek kovalar. Çünkü erkek egosu için de kadın egosu için de bu böyle olmalıdır. Böyle yaratılmışız çünkü!

Peki son zamanlarda trip atan erkeklerin sayısının çoğalmasının nedeni nedir? Alınan, kırılan, dökülen erkeklerin psikolojisinin derinlerinde ne yatıyor?

Ağır mı daldım mevzuya?

Vallahi amacım kimseyi incitmek değil, anlamak istiyorum sadece. Son zamanlarda erkeklerde böyle bir küsmeler, kırılmalar, tripler, afralar, tafralar falan... Sevgili tribinden bahsetmiyorum ha,-hoş trip atan erkeğin her türlüsü beni iğreti etmiştir de, neyse- erkekler normal kız arkadaşlarına hatta erkek arkadaşlarına falan trip atıyorlar! Gerçekten! Birçok kez buna şahit olduğum için bana da yazmak farz oldu artık diye düşündüm.

Küçük çocukları düşünelim. Kız çocukları aralarında kavga ettiler mi birbirlerine küserler, geri çekilir, trip atarlar. Erkek çocuklarıysa ileri atılır, kavga eder, güç gösterisi yaparlar. Netice itibariyle de güçlü olan kazanır, zayıf halka elenir! Kimse kimseye trip atmaz. Değil mi?

Peki günümüzde bu "koca eşeklerin" tribal enfeksiyon kapmalarının nedeni ne? Tribin temelinde ilgi ihtiyacı yatar. Kızların kavga sonrası "sev beni" deme biçimidir. Peki erkeklerde ne zaman böyle bir duygusal boşluk oluştu da her önüne gelenden şefkat bekler oldular? Erkek adam şefkati bir annesinden, bir sevdiğinden bekler benim bildiğim. Çocukken kaba kuvvetle kalp kırıklıklarını gidermeye çalışan erkekler büyünce neden küsmeye başladılar? Erkek adam iş arkadaşına, yakın kız arkadaşına trip atar mı yahu?

Trip atan, kaprisli erkek hiç çekilmez erkek grubu! Bence ayna tutulması gereken bir konu...

Hele ki tripcan Türk erkeği; fena fenaa... Hiç yakışmıyor.

11 Şubat 2012 Cumartesi

Sosyal kelebeğin kozasına dönüşü

Sosyal hayattan neden elimi eteğimi bu kadar çektiğimi soruyorlar. Kendimi neden eve kapatıyormuşum? Bir sorunum olduğunu bile düşünenler varmış meğer...

Hayır, bir problemim olmadığına %100 eminim. Hatta, hayatımın hiçbir döneminde kendimi bu denli dingin, huzurlu ve berrak zihinli hissetmediğimi söyleyebilirim. Hayatımda ilk defa kendimi pozitif olmaya zorlamıyorum. İçten gelen enteresan bir "optimistic"lik oluştu bende.

14 yaşındayken yakın bir arkadaşımın, İstanbullu dayısı omzumdaki dövmeyi görünce bana "hayatı çok erken yaşamaya başlamışsın, dikkat et erken sıkılırsın" demişti. Anlamamıştım. Dövmeyle hayatın ne alakası var demiştim. Dövmeyle hayatın alakası yokmuş da dayının ne demek istediğini 10 sene sonra anladım!..

Ajandasız yaşayamayan bir insandım ben! Her gün bir programı olan, ev fobisi olan... Ev oteldi benim için; duş alınan, uyunan... Zaman zaman da party verilen... Telefonum az çaldığı zamanlar moralim bozulurdu benim. Şimdiyse elimden gelse telefonu hiç açmayacağım!

Hep çok hızlı koştum, akranlarımdan birkaç adım ilerde olmak için. Haliyle erken yoruldum. Hoş, hızlı koşupta değişen bir şey de olmadı...

Neden dışarı çıkayım şimdi ben? İnsanların nasıl yüze gülüp arkadan dedikodusunu yaptığını görmek için mi? Bir erkeğin bir kızı yatağa atabilmek için kendini ne kadar düşürebildiğine şahit olmak için mi? İnsanların nasıl su içer gibi yalan söylediğini izlemek için mi? İnsanların aslında ne kadar mutsuz olduğuna tanık olmak için mi?
Ne var dışarda eksik kaldığım, kaçırdığım? İnsanların güvenilmeyecek pislikler olduğunu öğrenecek kadar sosyalleştim yıllarca. Şu saatten sonra yalancı insanların arasında anlık kahkahaları neyleyim ben?

Sosyalliğin getirdiği ağırlıklardan biri de sürekli herkese politik davranma zorunluluğu. Söyleyemiyorsunuz birinin yüzüne aslında onun beş para etmeyen bir insan olduğunu çünkü sürekli birbirinizin yüzüne bakıyorsunuz. Çünkü siz ortam arkadaşısınız! Ne birbirinize hatalarınızı söyleyecek kadar yakın, ne de sevmeyecek kadar uzak.

Saatlerce birileriyle bir cafede tıkılıp kalıp ne konuşacağım? Beni ilgilendirmiyor kızların sevgilileriyle ilgili sorunları ya da yeni aldıkları bilmem neleri. Beni ilgilendirmiyor erkeklerin geyik muhabbetleri.

Nadir dışarı çıktığım zamanlarda bana soruyorlar neden eğlenmediğimi, dans falan etmediğimi. Gerçekten mutlu olacak bir sebebim yokken niye dans edeyim? Gülünç geliyor...

Bunlardan bıktım işte ben. Bu kategoridekileri minimuma indirdim ben. Yoksa münzevi bir hayat yaşadığım falan yok."Kaliteli zaman" olayını öğrendim. Azın öz olduğunu anladım. Keyfi o zaman çıkıyor...

Bana ailem, 3-5 yakın arkadaşım, sevdiğim adam ve kitaplarım yeter de artar. Evimde, elimde çayım, denizi izleyerek "beyaz atlı prensimle" ilgili hayaller kurmak kadar beni keyiflendirmiyor dışarısı...

Bensiz eğlenin dostlarım, ben evimde rahatım, belki bahara açılırım... ;)


9 Şubat 2012 Perşembe

Fashion week beni neden artık cezbetmiyor?

Çok değil, 1 sene öncesine kadar şu cümleyi kullanıyordum: "Bana moda kadar hiçbir şey heyecan vermiyor!"

Bugünse, modanın bana heyecan vermekten çok uzak olduğunu söyleyebilirim. Garip değil mi, 1 sene sonrasında kendimle böyle çelişmem?

İstanbul Fashion Week dün başladı. Benim katıldığım 4. fashion week. İlk üçünde öyle heyecanlı ve mutluydum ki. Sanki işim gereği ordaymışım gibi elimde kağıtlar, kalemler, fotoğraf makinası pür dikkat izliyordum tasarımları. Tüm gözlemlerimi de sanki bir görevmişcesine blogumda paylaşıyordum. Ve gerçekten inanılmaz yorucu oluyordu, onlarca tasarımcının defilesini izleyip, sonrasında detaylarını inceleyip, bunları bloga dökmek. 4 günün sonunda resmen bitap düşüyordum, dinlenme ihtiyacı hissediyordum. Yani o kadar büyük bir tutkuydu benim için "fashion".

Bu sefer baştan kendime söyledim, sadece keyif almak için gideceğim IFW'ye diye. Not almak yok! Fotoğraf yok!

Dün moda haftamızın ilk günüydü. Artık seyircilerde bile kemikleşmiş bir kadro var. Herkes birbirini tanıyor. İtkib ekibinden tutun, basına, seyircilerden tutun, tasarımcılara... "İlk seferi" olan izleyicilerin heyecanı gözlerinden okunuyor. Çünkü gerçekten farklı bir ortam...

Merhabalaşmalardan, yeni tanışılanlarla kartvizit değiştokuşlarından sonra, ifw çadırını incelemeye koyuldum. Fark ettim ki, her geçen sezon fashion week ekibi de hatalarından ders çıkarıyor ve kendini yeniliyor. Tabi ki yine aksaklıklar vardı; güvenlik görevlilerinin show esnasında podyuma çok yakın durmaları, basının yine yolu kapatması gibi... Uluslararası standartlara gelmemize daha çok var ama net bir şekilde söyleyebilirim ki, son moda haftasıyla kıyaslandığında büyük gelişme kaydedilmiş.

Nedir bu gelişmeler? Bir kere defile alanında seyircilerin oturumuyla ilgili büyük bir düzen sağlanmış, pr ekibi bu sefer birbirinden haberdar ve koordineliydi. Lounge kısmı oldukça geniş ve rahattı. Yiyecek, içecek bu sefer ikram değil menüyle satılıyordu ve bence çok daha iyi oldu. İkram olduğunda içecek bir su bile bulunamıyordu bazen, "şıkır şıkır" giysilerle İstiklal sokaklarına dökülüp bir suyun peşine düşmek zorunda kalınabiliyordu. Tuvaletler yine seyyar karavanlardaydı, içlerinde sabit duran birer temizlik görevlileriyle. Karavanları hemen çadır çıkışına konumlandırmaları soğukta yürümek zorunda kalmamak için akıllıca verilmiş bir karar. Tuvaletler kilolu insanların rahat kullanamayacağı ölçülerde olsa da, ordaki en kilolu insanın benim ölçülerimde olduğunu baz alırsak ve ben de rahatlıkla sığdığımı söylersem, tuvaletlerden de artı puan alıyorlar. Temizdi, en önemlisi de bu sanırım!

Ve sırasıyla defileleri izlemeye başladım... Defileleri ve etrafımı... Kimse kırılmasın, yalan bir dünyada yaşayan, maskeli insanlar! İzleyiciler arasındaki stil sahibi, marjinal gayleri tanımayanlar her birini birer "Dolce" veya "Gabbana" sanabilirler. Tanıyanlarsa, after partylerden sonra tanımadığı (!) insanların peşine takılıp, bedava eğlence peşinde olan, parasız çocuklar olduğunu bilirler. Zavallı (!)kızcağızlardan söz etmiyorum bile. Peki o seyircilerden, o tasarımları satın alan kaç kişi var? Seyirci dediğimiz grup zaten yönetim kurulu, yönetim kurulunun misafirleri, yabancı basın, bloggerlar, dergiciler, tasarımcıların eşi, dostu, ahbabı, hatta ne yazık ki (!) bazı tasarımcıların konu komşusu ve müşterileri ve o saydığım "looser" grup. Müşteriler ne kadar küçük bir grubu oluşturdu fark ettiniz mi? Burdan şu sonuç çıkıyor ki, Türkiye'de fashion week basın ve reklam için yapılıyor. Eleştirmiyorum, ne olması beklenebilirdi ki? Bloggerların bu kadar önem kazanmasının başka ne nedeni olabilirdi ki?

Neden defileleri ilk defa etkilenmeden izledim? Çünkü hep aynı nakarat! Farklı olarak, yeni bir tasarımcının kürk ve deri koleksiyonunu izledik. Onda da yüreğim ağzımdaydı "Tanrım bunlar gerçek olamaz değil mi?" diye. Sonra "gözümü belertip" bakınca gerçek olmadığını anladım ve rahatladım. İşin ticari boyutunu da bildiğim için neden bunları satın alıyor insan dedim. Maliyeti ortada, konfeksiyonun kalitesi ortada, tasarımın çok da bir "tasarım" olmadığı ortada, o zaman neden bu kadar parayı veriyor insan?

1 sene öncesinde biri bana bunu söylediğinde, "ama onlar tasarııııımmmm, emeğe veriliyor o paraaaa" diye ben (!) cevap veriyordum. Şimdiyse diyorum ki, o kadar fakir insan var, mutsuz bir ülkeyiz, hayat Türkiye'de mücadeleden ibaret, refah düzeyimiz o kadar aşağılarda ki; "bana ne senin tasarımından!"

Tasarımcılara lafım yok, onların ekmeği bu. Bu işten para kazanıyorlar, tabi ki ne gerekirse yapacaklar! Olması gereken bu! Seçim de müşteri ve izleyiciye ait.

Ben de seçimimi yaptım, artık moda beni cezbetmeyen bir şey! Moda zaten bana göre doğru giyim ve kurallarından ibaret bir şeydir. Yani bana göre zaten, modayı takip etmek değil, stil sahibi olmaktır önemli olan. O zaman artık moda benim için kalbim çarpmadan, sadece bir film, tiyatro, sergi ya da sanat eseri izlediğim gibi izleyeceğim bir şey!..



Kral der ki: Bu kadar şey yazdım, korktum şimdi. Hadi beni bugün "sen bizim sırlarımızı ifşa ediyorsun" diye içeri almadılar? ;)

6 Şubat 2012 Pazartesi

Tek mi çift mi?

Malum, sevgililer günü geliyor...

Şehrin her yerini şimdiden kalpler, kelebekler, çiçekler, böcekler kaplamış. Twitter'da 14 Şubat geyikleri dönmeye başlayalı 1 hafta oldu. Dergilerde kırmızı donlar, sutyenler... Ateşli 14 Şubat gecesi için öneriler... (Zaten dergilere göre millet bir yılbaşında, bir de sevgililer gününde sevişiyor!)

Zavallı işletmelerse haliyle rant peşinde. Telefonuma günde en az 5 tane sevgililer günü kampanya mesajı geliyor. Gazetede 24 ay taksitle tek taş satıldığını bile okudum ve yuhh dedim!! Pess dedim!! Yazmazsam çatlarım dedim!

Tamam her kızın tek taş hayali vardır. Her kız, sevdiği erkeğin, sağ yüzük parmağına o parlak, muhteşem şeyi takacağı günün hayaliyle yaşar. Hatta ben ki ortada damat adayı bile yokken Kapalıçarşı'da yüzük denemiş insanım. (İlk tek taş denememse üniversite yıllarıma dayanır. O yıllarda birlikte gidip "looser looser" tek taş denediğimiz arkadaşım şimdilerde evli ve "tek taşını kesinlikle kendi almadı!")

Bilmeyenler için ufak bir bilgi geçeyim. Ortalama özelliklerde -yani benim fiyatlarını hiç bilmeden "hıımmm bu iyiymiş" dediğim- yüzüğün fiyatı 10 000 TL!! Durun durun hemen panik olmayın 3000'e 5000'e de var pırlantalar. Hatta daha da ucuza var da onlara mikroskopla bakmanız gerekiyor. "Önemli olan boyu değil işlevi" meselesi burda da devreye giriyor! Pırlantanın fiyatını 4C dedikleri karat, berraklık, renk, kesim unsurları belirler. Yani, büyükse pahalıdır olayı tam olarak doğru sayılmıyor. Boşuna değil kocaman zirkon taşını parlatıp parlatıp 300-500 TL ye satıp her kızı mutlu etmeye çalışmaları. "Büyük" merakı başa bela! ;) (Hoş sahte bir şeyle de neden mutlu olunur o da bir muamma)

Neyse... Gelelim benim merakıma. Gerçekten o kadar merak ediyorum ki hangi "süperzeka" gider 24 ay taksitle tek taş alır? Araba mı alıyorsun arkadaşım 24 aya? Tek taş bir lüks değil midir? Paran varsa bastırırsın parayı, sevgilini/eşini mutlu etmek için alırsın tek taş mı üç taş mı ne istiyorsan, yoksa, bütçen neye yetiyorsa gider onu alırsın. Bütçenin olmadığını bildiği halde de senden "24 ay taksitli tek taşı" bekleyen kıza da kusura bakmayın da yol verirsiniz gider! Bu nasıl bir özentiliktir? Bu nasıl bir görgüsüzlüktür? İnsanlar ne zaman böyle "ne oldum delisi" oldular?

Yok illa da ben hatunumu mutlu edeceğim, aç yaşayacağım yine de 24 ay taksitli tek taş alacağım diyenlere de benden bir tavsiye, bari gidin tek taşınızı sertifikalı alın da satarken para etsin. Allah muhafaza, 24 ayın herhangi bir ayında kızcağız, "tek taşım var ama açım" diye ağlamaya başlarsa satmak zorunda kalırsanız diye...





Aşağıda "örnek" bir sevgililer günü kavgası... ;)




Kral der ki: Elin kızı 24 ay vadeli yüzüğünü beğenmez, bense bir "aşkımsın" lafına pert olurum. Ahhh ahh iflah olmaz bir romantiğim n'apalım... Ya da aptalım, bilemedim... :))

4 Şubat 2012 Cumartesi

Aşık olmaya meyilli

"Aşk, henüz cinselliği yaşamamış insanların, tensel çekime koydukları isimdir" diye bir cümle okudum bir yerde.

Sahi aşk nedir? Bir erkeğe sordum "aşk nedir" diye. "Karşındakini her haliyle sevebilmektir, ne hata yapsa ona kızamamaktır, her yaptığının ona tatlı görülmesidir, ondan vazgeçememektir" dedi. Bir kıza sordum, "gökyüzüne yükselmekle yerin dibine inmek arasında geçen süre" dedi.

Aşk bu cevaplar gibiyse eğer -ki şarkılarda bunları doğrular nitelikte- aşk kötü bir şeydir o zaman. Bir hastalık gibi... Uzak durulması gereken bir şey... Çünkü acıtıyor...

Peki, tensel uyum değil midir bir insanın bedeninden vazgeçilmemesinin nedeni? Buna aşk demek doğru mu o zaman? Yoksa milyonlarca insan aşkla tutkuyu mu karıştırıyor?

Bence karıştırılıyor... Bence aşk "onu" gördüğünde kalbinin "cızz" etmesidir. Bilir misiniz siz o "cızz"ı? Hani böyle bir şey akar kalbinizden, birden bir ateş çıkar yüzünüze, her onu gördüğünüzde heyecanlanırsınız, ama her defasında! Sesini duyunca bile heyecanlanırsınız... Hatta hayali bile yeter. Belki dokunmamışsınızdır hiç birbirinize ama hayaliyle uyursunuz her gece. Böyle biraz sersemleşmişsinizdir. Her zamanki sorunlar sorun olmaktan çıkmıştır gözünüzden.

Bence aşk budur. Biriyle sadece tensel çekim yaşamak aşk değildir. İnsanın teni çok kişiyle uyuşur ama hepsine aşık olamaz. O tutkudur, şehvettir... Yani okuduğum yazara katılmıyorum!

Aşk mı sevgi mi?

Bence seven değil de, aşık insan aldatmaz! Aldatamaz ki! Ondan başkasını görmüyordur ki. Ama seviyorsan ve aşk yoksa gidebilirsin tutkunun peşine. Karısını aldatan adamlar sevmiyorlar mı onca yıllık yoldaşlarını? Tabiki de seviyorlar! Hatta onun için canını verirler ama giderler taze tenin peşine çünkü yıllar karı koca arasındaki aşkı öldürmüştür. Yerini dostluğa, sevgiye bırakmıştır.

Karısını tüm evlilik hayatları boyunca aldatan bir adamla tanışmıştım. "Yazık değil mi aldatıyorsun karını?" diye sormuştum. "Onun saçının bir teli için dünyayı yakarım ama bu heyecan da başka bir şey ya" demişti. İşte onun heyecan olarak adlandırdığı şey, tutku...

Peki aşıkken aldatabilir mi insan? En çapkın erkekleri bile durultabilen bir kadın çıkmamış mıdır? Nedir ondaki hüner peki? Yatakta çok mu iyi? Hiç sanmıyorum... Aşk, o adamların başka kadına gitmesini engelleyen. Dostu olan adamın dostunu aldatmamasının nedenidir bu.

Bir erkeğin uçkurunu tutmasını sağlayan şeydir aşk!

Marilyn Monroe'nun bir sözü var: "Yatakta hiç iyi olduğumu düşünmüyorum, anlamıyorum tüm bu erkekler bana neden aşık oluyorlar?"

Şimdi kafamız karıştı değil mi? Aşk mı sevgi mi?

O zaman biraz aşk, biraz sevgi, üzerinede biraz leblebi...

Kürtçü müyüm?

Neden Kürt haklarını her savunduğumda; "kesin Kürt sevgilin var!" lafını işitiyorum? Kürt olmayan birinin, Kürt haklarını savunması için illa Kürt sevgilisi mi olması gerekiyor?..

Dün bir Türk Milliyetçisiyle bu konu yüzünden karşı karşıya geldim. İnsanlara dini ve siyasi inançları, cinsel tercihleri konusunda her zaman saygı duymuşumdur. Bana göre bunlar önemsiz şeylerdir, önemli olan herkesin birbirini olduğu gibi kabul edebilmesidir. Ama gel gör ki, birinin kendinden olmayan birini dışladığını, ona "tu kaka" muamelesi yaptığını gördüğümde fıttırıyorum!

Sanırım onlarca kez söyledim. Hangimize dinimiz, ırkımız, ailemiz, vatanımız sorularak doğuyoruz? Valla bana sorsalardı "Newyork Upper East Sider"lı olarak doğmak isterdim. E madem sormadılar, madem istediğimiz gibi doğamadık, değiştiremeyeceğimiz özelliklerimiz için insan ayrımcılığı yapmayacağız!

Konuştuğum kişi Kürtlere benzetilmeyi hakaret saydı, onlara "barzo" dedi, "ben de Arap kökenliyim intihar mı edeyim o zaman" deyince de "siz azınlıksınız ama" dedi! Kısacası konuştukça battı da battı. Söyledikleriyle sadece Kürtlere değil bu ülkede yaşayan tüm diğer azınlıklara da hakaret etmiş olduğunu söyleyince ve de üstüne zamanında Kürtlere yapılmış zulümden bahsetmeye kalkınca "senin Kürt sevgilin mi var?" diye bir cümle duydum. Nasıl yani? Bu mudur bakış açısı?

Bu "insan düşmanı" vatandaşı deşince işin rengi ortaya çıktı! Meğer arkadaşın gönlünde yatan dünya üzerindeki tüm Türk kökenli toplulukların bir gün bir bayrak altında toplanmasıymış! Hadi yaa... Ütopyaya bak!

İnsanlar dünyadan sınırları kaldırmaya çalışırken, tüm dünya medeniyetlerinin eşit seviyeye gelmesi için uğraşı verilirken, 2012 yılında çıkmış birisi böyle konuşuyor! E o zaman soruyorum ben, senin Kürdistan devletini kurmak isteyenlerden ne farkın kalıyor? Onların da istediği tüm Kürtlerin aynı bayrak altında toplanması değil mi? E o zaman sana göre satalım devleti gitsin! Atalım bu topraklardaki Ermeni, Arap, Çerkez vs. ne varsa da!

Oldu mu şimdi? Böyle ayrımcılık olur mu?! Senin bu yaptığın insanlık mı şimdi?





Kral der ki: Hepimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız. Hepimiz bu bayrak altında refah içinde yaşamaya çalışmalıyız.

29 Ocak 2012 Pazar

Sevgili adayıma mektup!..

Merhaba sevgili adayım,

Ben, biri... 16 yaşımdan beri en büyük hayalim evlenmek ve çocuk sahibi olmak. Şimdi 25 yaşındayım. Bu demek oluyor ki bu zamana kadar hep yanlış adamlar seçmişim ki, hep bir şeyler eksik kalmış ve neticesinde hala yalnızım.

Artık bu son olsun istiyorum. Evli, mutlu, çocuklu olmak istiyorum. Köpekleri seversin değil mi? Çok çocuğa da umarım itirazın olmaz. Peki ya kediler?

Evin var mı, araban var mı beni hiç ilgilendirmez. Paraya değer vermem ben. Çünkü hayat bana paranın geldiği gibi gidebilecek bir şey olduğunu öğretti. Önemli olan ailedir benim için. Önemli olan huzuru koruyabilmek, her koşulda mutlu olabilmektir. Paramız varken gezeriz, bittiğinde 4 duvar arasında benimle oturmaktan bunalmazsın değil mi? Dışarıyı özlemezsin?

Pek göründüğüm gibi değilimdir. Sert ve ukala göründüğümü söylerler, aslında çok duygusalımdır ama kimse göremez benim gözyaşlarımı. Kaya gibi sağlam dururum düşmanlarımın karşısında. Sana göstersem sorun olmaz değil mi? Sıkılır mısın benden? Kötü günde de yanımda olabilir misin?

Sevgili benim için aynı zamanda en yakın dost demektir. Senin içinde böyle olmasını isterim. Bir huzursuzluğunu benimle paylaşmadığını hissedersem alınırım, sana yetemediğimi, seni mutlu edemediğimi düşünürüm. Çünkü bana göre bir erkeğin limanıdır kadınının kolları.

Hiçbir zaman kendimi güzel bulmam. Her zaman bir kusur bulmayı başarırım kendimde. Ama enteresandır ki tüm bu kusurlarıma rağmen erkekler eksik olmaz peşimde. Beni sahiplenmeni isterim, senin kanatların altında olduğumu hissetmek en büyük mutluluktur benim için. Ama bana güvensizlik yapmana tahammül edemem. Seninsem seninimdir. Ben zaten bilirim ne giyinmem gerektiğini, nasıl oturup kalkmam gerektiğini, kimle ne şekilde konuşmam gerektiğini. Senden önce kendime saygım var. Bana gözü kapalı güvenmelisin çünkü ben öyle yapacağım.

Benimle ilgilenmeni isterim. Belki çok yoğundur iş tempon, sürekli arayamıyorsundur. Saygı duyarım her zaman! Ama aklının bir köşesinde olduğumu da bilmek isterim. Taktikleri benim vermeme gerek yoktur sanırım, sen benden iyi bilirsin bir kadının gönlünü yapmayı, onu mutlu etmeyi... Ben ne yapıyor olursam olayım bil ki, aklımın hep bir köşesinde, kalbimin her atışında olacaksın.

Sebepsiz huysuzlanırsam bil ki şefkatine ihtiyacım var. Git desem de kal, sussam da sen konuş. 5 dakika sürmez gardımı indiririm.

Sinirliyken dilim sivrilir. Tek silahım sözlerimdir. Canını yakarsam bil ki, seni üzdüğüm için senden çok acıdı canım. Sözlerime içerleme, gerçek düşüncelerim değil onlar. Merak etme ne kadar sinirlenirsem sinirleneyim asla saygısızlık yapmam sana.

Beni üzme, lütfen üzme. Çünkü ben gerçekten iyi bir insanım, kimseyi üzmedim ben bu hayatta. Beni üzersen, muhtemelen affederim birkaç defa ama sen farkına varmazsın, unuttuğumu sanırsın. Bir daha üzersen giderim, kıyameti koparmam. Dostumsundur yine merak etme ama sen istemezsin dost kalmayı çünkü acı çekersin. Değerimi yokluğumda anlamanı istemem. Yanındayken bil değerimi çünkü ben yakınımdayken de uzağımdayken de değer vereceğim sana.

"Fiziksel, ruhsal, duygusal, zihinsel..." Kaç defa dualarımda bu cümleyi tekrarladım acaba? Olmuyor işte, biri bile eksik olsa olmuyor. Umarım sen Bay Doğru, ben Bayan Doğru'yumdur bu sefer.

Hayat arkadaşı demek, hayatımın merkezi demektir benim için. Tamamsak, çift kişilik düşünürüm artık ben. Her şeyde, her planda sen varsındır artık. Sadece yakınımdayken değil, uzağımdayken de dünyamsındır. Mesafeler değiştirmez bende bir şey. Seni de böyle görmek isterim. Her koşulda bana bağlı, bana sadık. Özgüvenimin sarsılmasını istemezsin değil mi? Çünkü sarsarsan kuruntulu ve mutsuz bir insan olurum. Haliyle seni de mutlu edemem.

Ben güçlü erkek severim sevgili adayım. Tüm sorunlara göğüs gerebilecek, hiçbir şeyden korkmayan erkek isterim ben. Onun güçsüzlüğünü bir tek ben görebilmeliyim. Toplum önünde benim bir adım önümde olmalıdır erkeğim, evde eşitizdir.

Kendimi kraliçe zannederim ben. Küçükken prensestim, büyüdüm kraliçe oldum. Sen de benim Kral'ım olabilir misin sevgili adayım?..

9 Ocak 2012 Pazartesi

Dizi dolu haftasonu

Ocak'a girdiğimizeden beri hava yağmurlu, soğuk... Sonunda gerçekten kış geldi, bekleyenlere hayırlı olsun; benim gibi sevmeyenlere acısız olsun...

Hayatımın tüm kışlarını güzel manzaralı, sıcak bir evde, internet, dvd, kitap, dergi, bitki çayları ve çikolatayla geçirebilirim; hiç sıkılmam! O denli nefret ediyorum kıştan!

Bu haftasonum da aynen böyle geçti... www.diziport.com la ilişkimizi çok uyumlu bir biçimde devam ettiriyoruz...

Artık hepiniz biliyorsunuz, ben Türk dizisi izlemem. Müzikle de aram pek iyi değildir. Dinlediğim nadir zamanlarda da lounge, classic, hafif jazz tercihimdir. Çok uzun zamandır da Gossip girl dışında takip ettiğim bir dizi yoktu.

Bu haftasonu 2 yeni dizi birden keşfettim. Birer sezonlarını, birer günde bitirdim. Hangi diziler olduğunu söyleyeceğim ama önce söylemek istediğim başka iki şey var.

'Eloğlu Mars'a çıkacak, biz daha nerdeyiz!'

İzlediğim iki dizinin de konusu birbirinden çok çok farklı ama ikisinde de aynı sonuçlara vardım.

Birinci vardığım sonuç, tabii ki de tahmin edeceğiniz gibi, "bir bizim dizilere bak, bir eloğlunun dizisine bak" oldu. Adamlar davranış, yer altı, uzay, tıp vs. bilimleriyle ilgili dizi yapıyor, bizimkiler çalarken bile saçmalıyor. Bakınız Grey's Anatomy'den uyarlama Doktorlar dizisine. İzlemesem de, eksik olmasınlar yıllardır twitter ve gazetelerden, hatta ne yazık ki haber programlarından öğrenmiş oluyorum memleketimin "ucuz" dizilerini. Feriha'yla Emir'in ilkokul 5 seviyesinde ilerleyen, iç bunaltıcı diyalogları ve "Sülüman" son zamanlarda en çok izlenenler sanırım (?) Bir türlü anlam veremiyorum insanlar niye Muhteşem Yüzyıl'ı izliyor? Hiç kimse mi bilmiyormuş yani memlekette, Osmanlı İmparatorluğunu, Kanuni Sultan Süleyman'ın hükümdarlık dönemini? E hadi kimse kitaplarını okumadı diyelim, ilkokulda da mı anlatmadılar bu insanlara? Biliyorlarsa niye sonunu bildikleri bir şeyi izliyorlar "malak" gibi? Sözüm tüm kitaptan uyarlama Türk dizilerine! Dizide farklı ve izlenmeye değer bir görsellik olsa tamam diyeceğim ama ne yazık ki o da yok ki! Ülkenin "%60'ı" hipnotize ediliyor farkında değil! Neyse...

İkinci vardığım sonuçsa; eskiden filmler, diziler mutlu sonla biterdi; sonları az buçuk tahmin edilebilirdi, sinema salonundan seyirci mutlu ayrılırdı, televizyonu yüzünde tebessümle kapatırdı... Şimdikilerse "acımasız gerçekleri" öyle bir yüzümüze çarpıyor ki! Ana karakter dediklerimiz "dan" diye ölüveriyor, mutlu giden aşklar "mutlu sonla" sonuçlanmıyor, her zaman iyiler kazanmıyor... Hayat mı acımasızlaştı? Gerçekleri söylemek mi kolaylaştı? Türk dizilerinden bunu bize yansıtana sadece Kurtlar Vadisi'ni örnek verebilirim, yabancı dizilerdeyse hepsinde durum bu!

Gelelim benim yeni dizilerime. Türkçe'ye Taht Oyunları olarak çevrilmiş kitaptan uyarlama (!) Game of  Thrones ve beden dili uzmanı bir doktor ve ekibinin hikayesinin anlatıldığı Lie to me.

Game of Thrones tamamen kurgu, kostümleri süper, beklenmedik sonuçlarla karşılaştığınız bir hikaye. Ama Lie to me kesinlikle ders niteliğinde bir film. Küçücük suratlarımızla tam tamına 10.000 tane mimik yapabildiğimizi biliyor muydunuz? İzlerken aynı zamanda kendi mimiklerimi, etrafımdaki insanların mimiklerini düşündüğüm, beynimi tam olarak kavramaya zorladığım için resmen yoruldum. Bir arkadaşımın tavsiyesiyle izlemeye başladığım bu diziyi, karşısındaki insanın düşündüklerinden bir adım önde olmak isteyen herkese şiddetle tavsiye ediyorum!





Kral der ki: N'olurdu, benle aynı zevkleri paylaşan "4 boyutlu" kocamla izleyeydik tüm bunları?