16 Nisan 2013 Salı

Kısa bir hikaye...

Avuç içi kadar stringi, kırmızı ojeleri ve gözlerinde akşamdan kalma bozulmamış rimelleriyle elinde kahvesi çırılçıplak ve bembeyaz parlayan teniyle otelin 18. katından şehrin uykudan uyanışını izliyordu... Teni gibi beyaz çarşafların içinde uyuyan "Adem"ine baktı. Yasak elmayı yemelerinin üzerinden 4 saat geçmişti...Onu terk edip giden erkeği şimdi tam karşısında tıpkı eski günlerdeki gibi uyuyordu... "Ne hissediyorum?" diye sordu kendine. "Şimdi ben ne yapacağım?"

Terkedildiği gün geçirdiği histeri krizini hatırladı. Ne kadar da zavallıydı... Arıyordu... "Gel, ölüyorum..." diye yalvarıyordu...

Gelmedi...

Ölmedi...

Erkeklerin dokunurken çıldırdığı pamuk tenini yırtarcasına  tırmalamıştı. Göğsündeki tırnak izleri 3 gün boyunca geçmemişti. Kaç şişe içmişti, ne içmişti hesabını yapamıyordu bile... Sadece ertesi gün halının üzerinde kendini çıplak halde, elinde babasının ona 17 yaşındayken hediye ettiği çakısı, yerlere saçılmış tarot kartları içinde bulduğunu hatırlıyordu. Fonda hala Lana Del Rey çalıyordu... "But when you walked out the door a piece of me died. I told you I wanted more. Its not what I had in my mind..." Dayak yemiş gibiydi, her yeri ağrıyordu... Ölmemişti... Ne düşünmüştü? Çakısıyla kağıt keser gibi bileklerini doğramayı mı? Pürüssüzce... Yapar mıydı bunu? Yarı çıplak terasta trabzanların üstüne çıkan da o değil miydi? Deli aklından neler geçiyordu?

Yine yüzüstü bırakılmıştı... Yine güvenmişti ve yine ihanete uğramıştı... O, "başım ağrıyor" dese gelen adam ölüme yürüdüğünü bile bile gelmemişti...

Kendini duşa zor atmıştı. Başı dönüyordu hala... Titriyordu... Hassas sinirlerine yenik düştüğünde hep titrerdi zaten. Akan sıcak suyun altında dikililirken gözyaşları oluk oluk akıyordu. Hangisi daha çok yakıyordu canını? Kaynar su mu, gözyaşları mı? Bilmiyordu... Hissetmiyordu...

***

Ve şimdi yine fonda Lana Del Rey... Bir otel odasında... Terkedilişinin üzerinden henüz 2 ay geçmişken... Biliyordu hep bugünün geleceğini; sonuçta hangisi geri dönmedi ki! Hangisi kaybedince değerini anlamadı ki!

Ve şimdi tarih yeniden tekerrür ediyordu. Karşısında ona deliler gibi aşık bir erkek, yatakta kan çanağına dönmüş yosun yeşili gözlerini hafifçe açıp onu kontrol ediyordu. Acaba kendini yatakta öylece bırakıp gitmesinden mi korkuyordu? Acaba aklından geçenleri biliyor muydu? Artık ona aşık olmadığını anlamış mıydı?! Teni teniyle buluştuğunda hiçbir şey hissetmediğini? Sadece açlığını doyurmak için içinde olmasına izin verdiğini? "Havva" hesabını kapamıştı... İyiliğiyle 1 kişiyi daha öldürmüştü... Kendine yapılan kötülüğe soğukkanlı bir iyi niyetlilikle karşılık vermesi 1 kişiyi daha çıldırtmıştı. Artık o yeşil gözlerin kurtuluşu yoktu! Kör olmuşlardı... Kanser gibi hücrelerine nüfus etmişti "Havva"... Kurtuluşu yoktu...

***

Ve "Havva" zaferin tatlı zevkiyle yatağa geri döndü. Zamanında ailesinden bile vazgeçmeyi göze aldığı adamın son kez kadını olmak için...


3 Nisan 2013 Çarşamba

"İçinizden biri bana ihanet edecek!"

İsa'nin sözü bu... Hazreti İsa'nın...

Benim mi nerden aklıma geldi?

...

Kim ihanet edebilir bize? Kim hainlik yapabilir bize? Kim "arkamızdan" bıçaklayabilir bizi? Biz izin vermedikten sonra! Bizi dünyamıza aldıklarımız, kalbimizi açtıklarımız yaralar anca yaralarsa...
Biz güvenirsek eğer birine ihanete uğrama riskini almışızdır. Biz izin verirsek eğer yara verebilirler bize... Evimizin kapılarını kilitlemeden çıkmak gibi... Kilitlemezsek eğer hırsız girebilir, zarar verebilir... Kilitlersek eğer kendimizi sağlama alırız, korunuruz...

Güvenmezsek kimseye kafamız rahat eder; kontrol delisi denmesi pahasına... Kendi işimizi kendimiz görürsek eğer aklımız kalmaz bir yerde; işimiz sağlam olur, dört dörtlük olur...

Peki ya aşkta?

Güvenmeden aşk yaşanır mı? Aşkta böyle sağlamcılık olur mu?
İyi ama güvenme riski alınır mı? Yaralanma göze alınır mı?
Satar... Satabilir... Her an, hiç ummadığınız anda satabilir... Kimseye güven olmaz bu hayatta... İnsanlar o kadar bencil, nankör, acımasız ve korkak ki... Sonunda kalabilirsin ortada... Tek başına... Dımdızlak... Ayakta... Hayatta...

...

Benimde geldi işte bir yerden aklıma, yazdım öyle korkuyla...



1 Nisan 2013 Pazartesi

Moda üzerine düşününce...

Modayla ilgili bir yazı yazmam icap etti; sipariş üzerine!

Şöyle bir "kişisel moda tarihime" baktım...

Aşkla aldığım moda tasarımı eğitiminden sonra, şevkle geldiğim İstanbul günlerimi hatırladım... Moda camiasındaki iş arayışlarımın hezimetini anımsadım... Moda tasarımı, hazır giyim ve tekstil dünyasındaki rekabetin, insanlardaki hırsın bende yarattığı şaşkınlığı ve şişkinliği hatırladıkça güldüm... Modaya sanatmış gibi bakan saf hallerimi düşündükçe halime üzüldüm...

"Moda sıradanlar içindir, stil her şeydir" diye birisi söylemişti... Benimde bir dönem "motto"m haline gelmişti. O "birisi"nin kim olduğunu bulmak için "google"ladığımda kendi yazım dışında hiçbir yerde bu cümleye rastlayamadım! Ne tuhaf! Ben mi söylemişim bu cümleyi? Oysa ki çok değil, 2 senenin ardından şu anda, "moda aptallar içindir, stil gereklidir ama her şey değildir." diye düşünüyorum!

"Özgeçmişim" birinin eline geçtiğinde, neden bana modayla ilgili kariyer yapmadığımı soruyorlar? (Soru?!)

...

Kişisel gelişim kitaplarında "meşhur" bir soru geçer: "Dünyanın en mutlu insanı kimdir?"
Ortalama bir cevap olarak da ortaya şöyle bir sonuç çıkar: Dünyanın en mutlu insanı en az şeye ihtiyacı olan insandır! Bu durumda, "hızlı tüketim"in en "hızlı" olduğu sektörün "giyim" sektörü olduğunu ve bu sektörün hangi konumunda bulunursak bulunalım ihtiyaçların asla ama asla bitmediğini, çünkü sektörün bu ihtiyaçlar üzerine kurulu olduğunu kabul edersek eğer, o sektörde çalışan ve sektörün "kurbanı" haline gelenler dünyanın en mutsuz insanları oluyor! (Cevap 1)

Bu arada bir "es" verip bazı kavramları açıklamak istiyorum:

Moda tasarımı: Dünyada "o veya bu şekilde!" isim yapmış birkaç tasarımcının o sezonki ruh haline göre kağıda döktüğü modelleri tüm dünyaya giydirme çabalarıdır. 2 sezon üstüste başarısız (başarı satış grafiğine göre belirlenir; olaya benim gibi yok dikişi iyi, renk uyumu kötü, kullandığı "fabrikler" başarılı gibi sanat eseri inceliyormuş gibi bakanlar yanılır!) koleksiyon hazırlarsa anında firmaları tarafından şutlandıkları acımasız bir sektördür. Türk tasarımcılar düşünmez, üretmez, bunları taklit eder! Moda tasarımı bir ihtiyaç değildir, insanların ego tatmini için varolmuş bir sektördür!

       Hazır giyim (pretaporter) : İnsanların her sezon aynı fabrikadan çıkmış ya da Kızılay'ın falan dağıttığı kıyafetleri giymiş gibi görünmesine neden olabilen, yukarda bahsi geçen tasarımcıların koleksiyon hazırladıkları sektördür. Hazır giyim ürünleri ne kadar ayağa düşer ve insanlara "böğ" getirirse (dönemsel olarak bkz. nike cortez, adidas superstar, converse all star, ugg botlar(herkes aşina olduğu için bu dördünü özellikle belirtmek istiyorum!) Askeri ceketler, uzun etekler, zımbalı botlar, vatkalar, ve şimdi de taytlar! görmekten bıktınız hepsini değil mi?) bilin ki tasarımcının fiyatı (başarısı) o denli artar, şirketin kasası o denli dolar.

       Kişiye özel (haute couture) : Hazır giyim sektörünün yetersizliğinden kaynaklı eskiden babaannelerimizin döpiyes diktirdikleri terzilerin zamanla büyüyerek yandan yemiş versiyonunun oluşturduğu sektör. Türkiye'de ilk Yıldırım Mayruk ve Canan Yaka akla gelir. Barbaros Şansal'ın kendine "terzi yamağı" demesi aslında büyük bir dürüstlük ve kinaye örneğidir. "Ayy şekerim benimki Dior ot kutüüürrr" diye ağzını yaya yaya konuşan botokslu ablaların her birinin suratına banyo terliğini vura vura bu gerçeği söyleyip havalarını alabilir ve o paralarla insanlık namına daha faydalı! şeyler yapabileceğini anlatabilirsiniz. Anlarlarsa! Dinlerlerse!

Tekstil: Giyilebilen her şey ve bazı dekorasyon ürünlerini de içine alan imalat sektörüdür. İhtiyaçtır. (Sonuçta çıplak gezemeyiz!)

...

Dünyadaki sorunlara kulak kabarttıkça giyim kuşamın çok da önemli olmadığını kavrıyor insan. (Cevap 2) Ucu bucağı olmayan bir ticari pazar sadece; moda budur! Tamamen parayla ilgilidir... Cebinde paran varsa en "fashion" insan olma ihtimalin(!) vardır, yoksa mecbursundur pazardan giymeye... Çok paran yoksa "Fashionista" olamazsın ama yinede bir "stil"in olabilir, yakıştırırsın yine kendine "pazar malını"; işte bu da "stil sahibi" olmaktır. Bunun için de çok para harcamaya falan gerek yoktur. Stil, kişinin kendini ifade etme biçimidir, kendini nasıl rahat hissediyorsa o tarza sadık olma şeklidir. İnsanları memnun etmek için değil kendimizi memnun etmek için giyinme ve dolayısıyla "yaşama" şeklidir. O zaman prototip görünmekten kurtulmuş, sürüye ait olmayı reddetmiş oluruz! İnsanların kafasında kendimizle ilgili bir "algı" yaratmak istiyorsak; stil sahibi olmak gerekli ve güzel bir şeydir. Stil sahibi olmanın modayla hiçbir alakası yoktur. Kişinin kendi tarzının olması, kişiliğine saygısı olması anlamına gelir; sırf moda diye kendine yakışmayanı giymeyi reddetmektir. Doğru olan da budur! Bunun için de stil danışmanına, pahalı markalara tonla para dökmeye ihtiyaç yoktur...

...

Sonuç itibariyle diğer tüm sektörlerde olduğu gibi sonu para kazanmaya dayanan bir sektördür moda da... Zengin teyzelerin, kocalarının yetersizliklerinin ve ilgisizliklerinin hırsını çıkardığı, kaymağını da tasarımcıların ve üretimcilerin yediği bir piyasadır sadece, hepsi bu; çok da büyütmemek, benim gibi sanat sanıp kendini kandırmamak, kendimizi kaptırmamak gerekir bu "furya"ya...

***

Moda tarihine "little black dress" diye siyah elbiseleri kazıyan -ki yiğidi öldürüyorum ama hakkını bu noktada yemeyim, benim bir stilim varsa eğer temelinde bu siyahlar yatar- nazi casusu! Coco Chanel ve ölümünden sonra tahtını devralan en az Coco kadar acımasız Karl Lagerfeld'in Sponge Bob olarak karikatürize ediliş biçimleri konuya cuk oturmuş. :)

Kral der ki: Ismarlama yazı anca bu kadar oluyor hocam ;)

30 Mart 2013 Cumartesi

Savaşamam çünkü...

Hayatta herkes sınavlarını belli şeylerle verir. Benim sınavlarım insan ilişkilerimle olmuştur. Yıllar sonra doğum haritamda da bu gerçeği görünce çok şaşırmışımdır. Satürnüm 7. ev'de benim, yani hep ikili ilişkilerimle test edilirim...
20 yaşındayken gittiğim "ünlü" bir "hoca" bana, hayatımda her zaman kadınlara dikkat etmemi çünkü bana gelecek zararın her zaman kendi cinsimden geleceğini, kadınların beni "sevmediğini" söylemişti. Dinledim mi? Dinlemedim... Dinlemiyorum... Çünkü insan karşısındakini kendi gibi biliyor... Uyandığında, çiçeklerine, çatısındaki kuşlara, sokağındaki köpeklere bile "günaydın, nasılsınız" diyen ben, niye aynı dili konuştuğum, aynı ülkenin vatandaşı olduğum, Allah katında aynı görevlere tabi tutulduğum hemcinsime karşı dikkatli olayım? Ona temkinli yaklaşayım? Ondan bana bir zarar geleceğini düşüneyim?

Ama işte insanoğlu bu nefsine yenik düşebilir... Olur öyle şeyler... Affedilir...

...

2 senedir çok sakin, kalabalıktan uzak, huzurlu, yalnızca sevdiklerimle paylaştığım bir hayatım var. Küçük bir dünyam var benim... Küçük mutluluklarım... Hesapsız ilişkilerim var benim... Çıkarsız... Yalansız... Kin, öfke, nefret gibi duygulara yer yok benim dünyamda... Dünyamdaki insanlarda benim gibidir... Cins cinsini çeker...

Olur arada dünyamıza atılan oklar, sokulan çomaklar... Olsun... Sorun değil... Derimiz o kadar kalın ki ben ve benim dünyamdakilere, kürdan gibi gelir batırılan silahlar... Biz yine gülümseleriz, yaşatarız Mevlana felsefesini, sesleniriz, "gel, kim olursa gel!" diye... Bu olgunluğumuz nerden mi gelir? Belki de erken yaşlardan yaşadığımız depremlerden, fırtınalardan...

O yüzden ben savaşamam...

Ben kimseyle savaşamam... Didişemem... Münakaşaya giremem... Nisbet yapamam... 1'e 3 koyamam... Gaza gelmem... Hırslanmam... Bana düşmanlık edene karşılık vermem... Tam tersine "haspam"a 2 kat iyilik dilerim...
Niye mi böyleyim? Erdim mi? Çok mu muhteşem bir yaratığım? Sinirlerimi mi aldırdım?
Hayır! Katiyen hayır! Sadece;

  1. Doğduğum günle öleceğim gün arasında geçirilen kısacık sürenin kıymetini çok iyi biliyorum o yüzden elimden geldiğince "kaliteli", "huzurlu" ve "mutlu" yaşamaya çalışıyorum.
  2. Savaşlarda yenen taraf diye bir şey olmadığını, her iki tarafında mutlak surette yara aldığını biliyorum.
  3. Hırslarımızdan arınarak yaşamanın sağlığımız üzerindeki olumlu etkilerini görüyorum.
  4. Mutlu insanların kafa yapılarını örnek alıyorum.
  5. Tüm insanlığı seviyorum yaradandan ötürü...
  6. Herkesin bir hikayesi olduğunu biliyorum; haklı haksız kavramlarının saçma olduğunu düşünüyorum, dolayısıyla soruyorum; "kime göre? neye göre?" Herkes kendine göre haklıdır bir şekilde!
  7. Empati yapabiliyorum.
  8. Kendimle hesaplarımı çoktan kapadım.
  9. Tepkisizliğin en büyük tepki olduğunu düşünüyorum.
  10. "Hayat sevince güzel sevince tatlı güller... Bir kuşu, kelebeği, bir taşı sevin yeter!" kafasında yaşıyorum.
  11. Parayı amaç değil araç olarak görüyorum.
  12. Polemiklere ve hakaretlere prim vermiyorum. Herkes kendinden sorumludur, her koyun kendi bacağından asılır biliyorum.
  13. Kaderimi değiştirebilecek güce sahip olmadığımı sadece onu yaşayış biçimini seçebilme şansım olduğunu kabul ediyorum.
  14. Hiçbir şeyi uzatmayı ve dillendirmeyi sevmiyorum. Laf kalabalıklarından haz etmiyorum; "yap gitsin, söyle bitsin" mantığıyla hareket ediyorum... Pratikliği seviyorum... Fazla düşünüp, konuşup enerjiden çalmak yerine harekete geçmeyi daha yerinde görüyorum.
  15. İnsanları değiştiremeyeceğimi biliyorum. Kalp gözü kapalı insanlara ne yapsak çare olmayacağını kabulleniyorum ve enerjimden vermek yerine bu tip insanları "küçük dünyama" dahil etmemeyi tercih ediyorum.
  16. Nihayetinde insanların seçimleriyle var olduğunu düşünüyorum; sevgiyi, barışı, mutluluğu, huzuru, keyifli bir hayatı seçiyorum...
Sonuç olarak herkese saygı duyuyorum, dünyamı merak eden, dünyama girmek isteyen ya da sadece ucundan göz atmak isteyenlere kapımı sonuna kadar açıyorum; tek bir şartla, önyargılarını, hırslarını, öfkelerini, nefretlerini kapının dışındaki askıya asıp girmeyi kabul ederlerse... Çıkışta yine "yüklerini" sırtlanabileceklerini taahhüt ediyorum. ;)



 Kral der ki: "Beni tanıyan bilir... Bilen anlar... Anlayan susar... Anlamayan uzar..."

29 Mart 2013 Cuma

Artık sevmediğini nasıl anlarsın?

Üzerinde, "her aşk tatlı başlar, önemli olan nasıl bittiğidir" yazan, bir karı kocanın mahkeme salonundaki komik karikatürlerini resmeden bir kartpostalım vardı... Kime verdiğimi hatırlamıyorum... Aslında hatırlıyorum da... Neyse...

Değil mi ama, trajikomik ama gerçek değil mi? Her aşk tatlı başlar; ilk kalp çarpıntıları, birbirini tanıma heyecanı, gözlerinde kendini bulmanın güzelliği, kokusundaki cennet, karşısında yemek yiyememek, onu düşünmek, onu özlemek, onsuz nefes alamamak, her yaptığı işte onu aramak, her şeyi onunla paylaşmak istemek, onsuz bir an geçirmemek, onu "devler sırrı" veriyormuşcasına can kulağıyla dinlemek, onu mutlu etmek için debelenmek, o gülünce dünyadaki bütün sorunların bittiğini sanmak, her günü güneşli sanmak, yüze yerleşen "sersem" bir gülümseme, onsuz yaşayamayacağını düşünmek, hayaller, planlar...

2.perde:

Alışma...

Alışkanlık...

Boğulma...

Dar alanda kısa paslaşmalar...

Sıkılma...

Kaçma arzusu...

Tahammül etme...

İşte kilit nokta! Tahammül etmeye başlamak! Onu eskisi gibi sevebilmek için nedenler arayışına girmek... Gitmek istemek ama kalmak için neden bulmaya çabalamak... İşte bitiş budur! İşte bir aşkın bittiğinin, artık "onu" sevmediğinin, yeni okyanuslarda yüzmek istediğinin ispatıdır bu...

Öyle midir sahiden?

Artık onu erteliyorsundur... Ona kibar ve sevimli davranmaktan vazgeçmişsindir... İstemeden tersliyorsundur, hatta belki kabalaşıp kırıyorsundur... Eskisi gibi özlemiyor, yatarken onu düşünmüyorsundur... Kusurlarını görmeye başlamışsındır... Dünya üzerinde başka kadın ve erkekler olduğunu hatırlamışsındır... Onun yanında eskisi kadar eğlenmiyorsundur, espirileri bayık geliyordur, arkadaşları sevimsiz... Sırtını dönüp yatıyorsundur, uyandığında kendini yatağın bir ucunda düşmeye yakın buluyorsundur...

Herkese tanıdık "anlar" değil mi?

Gitmezsiniz, yeniden aşkınızın canlanmasını istersiniz çünkü; yıllarınızı, hatıralarınızı çöpe atmak istemezsiniz. Kendinize kızarsınız... Sevmek için zorlarsınız... Kalmak için bahane ararsınız...

Belki gerçekten geçidir bu soğuma, uzaklaşma... Belki bastırılmış bir öfkenin dışavurumudur... Belki geçecektir, güneşli günler yeniden gelecektir... Daha sağlam bir ilişki olacaktır belki de atlatılırsa eğer... "Yarım asırdır birlikte aşkla tutunanlar da aynısını yaşıyormuş meğer" denilecektir...

Zaten sevgi aşktan kıymetli değil midir? Aşk geçici sevgi kalıcı değil midir? Önemli olan aşkın ateşinin ilk günkü gibi harlı olması yerine dengeli yanması, sevginin sonsuz olması değil midir?

Zamane aşkları da bu acelecilikten bitmez mi zaten? Aile mahkemelerinin önündeki kuyruğun nedeni aşkın sönmeye başladığı anda, o tahammül etme evresinde, bunun bir geçiş olabileceğini düşünmeden kaçmanın sonucu değil midir?

Benimki mantıklı yaklaşım mıdır? Temkinli olmak mıdır? Yoksa safça bir düşünce midir? Bozulan şeyin düzelme imkanı yok mudur yoksa? Tahammül etmeye başladığımız an ilişkiye ve partnere şans verilmeden gidilmeli midir? Soğuyan sevginin ısınması çaresiz midir? Bir umut değil midir yaşatan bizleri?




Kral der ki : Lütfen gözlerime bakma, sana yalan söyleyemez...

Yanına yakışmak

Bazen bazı insanları ezmemek, küçümsememek, dalga geçmemek, fitne fücur düşüncelerini ve konuşmalarıyla yaşayışları arasındaki tutarsızlıkları ve dolayısıyla oluşan yapmacık hal ve hareketlerini suratlarına vurmamak, elime bir adet dövme boyasıyla makinası alıp alınlarının ortasına "loser" diye yazmamak için çok zor tutuyorum kendimi! Hele uzaktan izlediklerimi!..
"Sus!" diyorum kendime, "sen kimsin ki!". "Unutma" diyorum, "yukardan baktığın an düşebilirsin!". "Bırak" diyorum, "it ürür, kervan yürür; konuşan konuşsun, uluyan ulusun, cahil beyinleri eğitmek sana kalmadı!". "Gül!" diyorum kendime, "çünkü hayat gülünce güzel!"...

***

Birkaç sorum var:
  1. Dindar geçinip/görünüp Allah'a tanrı diyenleri ne yapacağız?
  2. Kafasına türbanı takıp benden "açık" takılanlara ne diyeceğiz?
  3. İçi kinden, hasetten çürümüşlere ne ilaç vereceğiz?
  4. Yüzüne konuşmaya cesaret edemeyip sanal ortamda nefretlerini kusanları ne edeceğiz?
  5. Kendi başına gelmesini olanaksız görüp, başkalarını yaşadıklarından dolayı hakir görenlere hayatın bir gün herkesle olduğu gibi kendileriylede oynayabileceğini nasıl anlatacağız?
  6. Sevgili Gülşen'in dediği gibi, "başkalarının üzüntüleriyle sevinip övünenler, kötü kalpli sevgi düşmanı çok sayın kara kediler"i nasıl afaroz edeceğiz?
  7. İntikam hırsı gözlerine çökmüş olanlardan nasıl korunacağız? (Sarımsak? Nazar boncuğu? Haç? Kurşun? Ayetel kürsi?)
  8. Dedikoducu, iftiracı, çirkef, kavgacı, yalancı, kinci insanları gördüğümüzde suratlarına tokatı çarpmadan nasıl "cool" takılacağız?
***

Yanına yakışmıyor...

Bu aralar bir şey dikkatimi çekiyor; herkes çiftlerde bir uyum, bir ahenk arayışında... "Dış kapının mandalı" şahıslar tanımadığı etmediği insanlar için, "yanına yakışmamış" gibi cümleler kurabilme haddini kendinde bulabiliyor. Hemde sadece bir fotoğrafa bakarak!

Neye istinaden?..

Herkes bir beden dili uzmanı olmuş da benim mi haberim yok? Yahut herkes "aura" mı görmeye başladı da, bizim göremediğimiz "enerji renkleri"nin uyumsuzluğunu yakaladılar? Oğlanın üstündeki "jean"in markasıyla, kızın üstündeki elbisenin markasını mı uyuşturamadılar? Rakip firmanın ürünlerini mi giymişler yoksa?

Renleri mi uymamış? Dilleri mi? Dinleri mi? Etnik kökenleri mi? Siyasi görüşleri mi? Boyları mı? Kiloları mı? Yaşları mı?

Nedir bu insanları yargılama hevesi? Nedir bu elmayla elma, portakalla portakal olma zorunluluğu? Bir Hristiyan bir Müslüman'ı sevemez mi? Bir Türk bir Kürt'e gönlünü kaptıramaz mı? Bu onları dinsiz mi yapar? Bu onları Pkk'lı mı yapar? Bu kadar sığ mı her şey? Nedir bu her şeyde bir "standart" arayışı? Her şeyin bir etiketi olması çabası? Nedir bu "toplum mühendisliği?"

Genç kadın yaşlı adama aşık olursa illa parası için midir? Üniversite mezunu bir kız okumamış biriyle evlenirse bu "hata" mıdır? Sırım gibi delikanlının yanına "tonton" bir kız varsa, "ııyykkk bu ne?" midir? Her şeyin bir nedeni olmak zorunda mıdır? Aşkta neden var mıdır? Kime göre? Neye göre? Aşk çözülememiş tek konu/duygu değil midir? Çözülse bu kadar roman, şarkı, destan yazılabilir miydi? Aşkı tatmadan, bilip bilmeden konuşmak hadsizlik değil midir? Kenan Doğulu,"herkes rütbesini bilecek" demedi mi?!

Aşk nedensiz sevmek değil midir? Dinine, ırkına, parasına, ailesine, eğitimine, kolundaki "altın bilezik"lere bakmadan? O zaman; kim, kimin yanına kimin yakıştığına karar verebilir ki, kalp kalbi yakıştırdıktan sonra?..

...

Burdan, oturduğu yerden tanımadığı etmediği insanlar, magazin sayfasında gördükleri ünlüler, sokaklardaki çiftler için "yanına yakışmamış" diye yorum yapan insanların alayına sesleniyorum: "SEN KİMSİN Kİ OĞLUUUMMM?!"...



Kral der ki: "Ölümün olduğu bu dünyada, hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında..."

19 Mart 2013 Salı

Denge

Bir rüya gördüm...

Olimpik bir havuzun ortasında, suyun üzerinde sığdan derine doğru halatlarla bağlı köprü gibi tahtalar vardı; hani şu uzakdoğuluların suların üstünde şip şip atladığı tarzdan... Üstündeydim... Karanlıktı... Yalnızdım... Sığdan derine doğru tahtaların üzerinde suya düşmeden yürümeye çalışıyordum... Dengede!.. Ortaya yaklaşıyordum ve birden aklıma suya bakmak geliyordu. İçimdeki ses, "suya bakma, bakarsan düşersin" diyordu. Kollarımı 2 yana açmış dengede durmaya çalışarak soluma doğru kafamı eğdim ve karanlık suya baktım, o an aklımdaki ses, "düştün!" dedi... Ve düştüm... Karanlık ve soğuk suya, bir an aklımdan düşmeyi geçirdiğim için düştüm, dengemi yitirdiğim için değil... Düşüncemden dolayı, düşme korkumdan dolayı! Ve korkuyla tahtalara çıkmaya çalıştım... Havuzdaydım oysaki, denizde değil, bana zarar verebilecek hiçbir şey yoktu suda, sadece ama sadece kendi yarattığım korkumdan dolayı düştüm, telaşlandım ve panikle tahtalara sarıldım...

Gerçek hayatta da böyle değil mi? Korkularımız bize hata yaptıran, korkularımız bizi durduran ya da harekete geçiren... Eğer rüyamda korkuma hükmedebilseydim, içimdeki sesi dinleyebilseydim suya bakmayacaktım bile ve havuzun ortasında yenilmeyecektim soğuk sulara, karşıda derin taraftan ıslanmadan çıkabilecektim...

Dışardan çok girişken ve cesur bir insan gibi görünsem de aslında bence en büyük korkaklardanım ben. Çünkü; stresli mevzuları konuşurken her zaman gerilirim, telaşlanırım, paniklerim; bu halleri zayıflık olarak addettiğim içinde anlamsız bir gururlu triplerine girerim ve sonunda da haliyle küslük ya da tartışma ortamı yaratmış olurum. Tamamen kendi korkularımdan ve korkaklığımdan...
Benim için stresli mevzular nelerdir?
  1. Alacak-verecek meseleleri, para meselesi yani; nefret ediyorum para muhabbetinden, hiç ticaret insanı değilim, hep "üstü kalsın" kafasındayım, utanıyorum da para muhabbetlerinden, en yakınımla bile! Misal; geçen gün en yakınlarımdan biriyle bir alacak verecekle ilgili hesaplaşmamız vardı; "sanki ben daha çok alacağım vardı diye hatırlıyorum" gibi bir cümle kurunca bu yakınım, bir stres bastı beni, "iftira atıyorsun bana" diye cozladım hemen ve sinirden ağlamaya başladım. Suratıma çamur atsaydı da ortaya öyle dayanağı olmayan bir cümle atmasaydı! Nitekim haklı çıktım! Nitekim ben hep haklı çıkıyorum ama tüm insanlığa potansiyel yalancı ve iftiracı gözüyle baktığım için her kim olursa olsun en ufak hesabım olduğunda bile strese giriyorum, korkuyorum! Para alırken de verirken de say derler; ben bu denklemin ne tarafında olursam olayım başımı yerden kaldıramam ki bir de parayı sayayım! (Hayatımda 2 kişiyle para konusunda rahatım biri babam biri de babam kadar gönlü geniş bir insan. Herkesten çok özür diliyorum ama bir bu 2 insanda para konusunda bendeki gibi umursamazlığı, parayla dalga geçmeyi ve gönlübolluğu gördüm.)
  2. Yüzleşmeler; uzlaşmazlıkların sonunda medeni insanlar haliyle yüzleşir, konuşur, anlaşırlar; işte ben yüzleşmelerde çok beceriksizim, hemen gardım çıkıverir, ya saldırganlaşırım ya, "yaee tamam ya sorun yok" diye cool triplerine girerim, sırf sıkıntılı mevzular kapansın gitsin diye, yine ispat edemeyeeğim iftiralardan korktuğum için!
  3. Ayrılıklar; her ne kadar ayrılık konusunda kestiğim bir dolu ahkam olsa da -dost ayrılmak vs gibi- aslında çok beceriksizim ayrılıklarda ve vedalarda... O yüzden arkadaş kalalım triplerine girerim, yine insanlara olan güvensizliğimden, arkamdan dönebilecek dolapları kontrol edemeyeceğimden, korkularımdan!
  4. Teklifler; reddedilme korkumdan kimseye hiçbir şey teklif edemem, burnum kaf dağında gezerim ama reddedilmeyim! Erkeklerden bahsetmiyorum aklınız hemen flörtöz şeylere gitmesin; o konuda 40-50li yılların kadınlarının kafasında olduğumu söylemiştim değil mi? Kadın avdır, erkek avcı! ;) Benim tekliften kastım, iş başvurusu ya da torpil ya da birinden bir konuda bir rica her ne olursa... Yapamıyorum, isteyemiyorum, mecbursam da öyle bir sinir, stres oluyorum ki hiç teklif etmeyim daha iyi, dövecek gibi istiyorum... Haliyle, bugüne kadar toplam 5 ricam varsa 4 buçuğu reddedildi; "bunun nasıl olsa bana ihtiyacı yoktur" diye düşündürdüğüm için... Korkumdan... Suya bakarsam düşerim korkusundan... Bu korkudan, gereksiz bir mağrurluğa büründüğümden...
Oysa ki rüyamdaki hataya düşmesem, suda bana zarar verecek bir şey olmadığını bilinçaltıma yazabilsem yani insanlara güvenebilsem, kontrol manyaklığımı bir kenara bırakabilsem belki o zaman ayrılıklarda da, tekliflerde de, yüzleşmelerde de, ticarette de tek başıma düşmek zorunda kalmam... Kimse de beni kraliçe sanmaz, daha çok sevilirim, hayat daha kolay olur...


Kral der ki: En kötü durum; sorunun ve çözümün ne olduğunu bilip yapamamak! En acınılası...

11 Mart 2013 Pazartesi

Mecbur değilsin

Bir grup insan var; kendilerini hayatları boyunca bir şeylere mecbur hissederler. Omuzlarına anlamsız yükler koyarlar. Kendilerini sürekli bir şeylerden ya da birilerinden sorumlu hissederler. İstedikleri hayatı yaşamaktan sorumluluklarını bahane ederek kaçarlar. Evet, bu sorumluklara "anlamsız" dedim, kaçışlarına "bahane" dedim... Çünkü, insanlar seçimleriyle vardır, her seçiş bir vazgeçiştir ve de yalnızca korkaklar kaçar! Bence böyle!.. Ya da bir ihtimal daha var; kendi kendilerine yarattıkları mecburiyetleriyle kendilerini önemli hissediyorlar veya da hastalar!

Çok üzülüyorum bu gruptakilere... Vurdumduymaz olduğumu düşünebilirsiniz... Bence değilim... Sorumluluk başka şey mecburiyet farklı şey, arasındaki ince çizginin ayrımına varmak gerek. Şuna inanıyorum ki; insan ne kadar mutluysa etrafındakileri de o denli mutlu edebilir.

Bir konuyla ilgili düşüncemi söylemeden önce mutlaka empati yapmak gibi bir alışkanlığım vardır. Kendimi her zaman karşımdakinin yerine koyarım, haklı çıkarmaya çalışırım. O yüzden ya "muhalefet" ya da "tuhaf" görünürüm. Çünkü her davranışın mutlaka bir açıklaması olduğuna inanırım. Herkes kendine göre haklıdır çünkü, haklı olduğunu düşünmese başka türlü davranır zaten, değil mi? Ama işte çok üzgünüm ki mecburiyetleriyle yaşayan insanlara hiçbir anlam veremiyorum. Üzülemiyorum da onlara. 50 kiloluk çantası sırtında dağa kamp yapmaya giden bir maceraperestin taşıdığı ağırlığa üzülmezsiniz ama fırtınıda düşen 50 kiloluk bir ağacın altında kalan insana üzülürsünüz hem de çok üzülürsünüz, yardım etmeye çalışırsınız. İşte aynen böyle bir şey, kendi kendine yüklenmiş kişiye kimse üzülmez...

O zaman:

Sevmediğin insanla yaşamaya mecbur değilsin.
Birilerine bakmaya mecbur değilsin.
İstemediğin işte çalışmaya mecbur değilsin.
Kimseye tahammül etmeye mecbur değilsin.
Sıkıldığın yerde bulunmaya mecbur değilsin.
İnanmadığın fikir karşısında susmaya mecbur değilsin.
Saklanmaya mecbur değilsin.
Sana uymayan hayatı yaşamaya mecbur değilsin.
Sırf birilerini memnun etmek için istemediğin hiçbir şeyi yapmaya mecbur değilsin...

İnsanlar mecburiyetlerini kendileri yaratır. Sorunun çözümü, mecbur olmak istemediğimiz şeyin alternatifini yaratmak kadar basittir her zaman... "Keşke o kadar kolay olsa" denildiğini duyar gibiyim. Kolay o kadar kolay... Ben yapıyorsam, o yapıyorsa; sen de yaparsın, alternatif yaratırsın, mutlu olduğun insanlarla mutlu olduğun şeyi yaparsın... Gerekli olan tek şey; cesaret...

"Niye o kadar uzun düşünürsün ki? Söyle bitsin. Yap gitsin. Def et gitsin!"



Kral der ki: Mutluluğun sırrı çok basit, çözmeye cesareti olana...

6 Mart 2013 Çarşamba

Heves

Hani kitap yazıyorum demiştim ya... Demiş miydim? Neyse... Yazıyorum işte...

Az önce tam kendimi kaptırmış gidiyorken birden bana "kal" geldi! Ya kimse beğenmezse, ya başım ağrıtılırsa, ya yazdığım konu gereksizse, ya her şeyi geçtim ben bu kadar emek sarf ettikten sonra hiçbir yayınevi kitabımı, daha doğrusu kitaplarımı; çünkü bir 4'leme olacak, basmayı kabul etmezse... Ya?.. Ya?.. Ya?..
Ve durdum!..

O, hevesi kursakta bırakma olayı var ya... Hani herkesin birbirine, kendine yapılmasından nefret ettiği halde yapıp durduğu!
Benim o kadar çok hevesim kırıldı ki... O kadar çok kırdılar ki heveslerimi... O kadar çok hayal kırıklığına uğratıldım ki... Herkes tarafından... Kime güvendiysem... Kime inandıysam... Kime açıldıysam... Ummadığım o kadar çok taş başımı yardı ki, beynim hasar içinde, kafatasım delik deşik... Ürkütüldüm... Korkak kaldı sanki bir yanım... Mükemmeliyetçi yanım garanticiliğe dönüştü... Hiçbir şeyinde garantisi olmadığı için başladığım şeyleri yarım bıraktım durdum... Belki de ben yarım kaldım... Kendimi yarım bıraktım...

Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol

Ben sanırım olduğum gibi görünmedim, göründüğüm gibi olmaya çalıştım. Özünde ince ve kırılgan bir insanım. Aslında bunu kabullenmem yıllarımı aldı! Bense sert hatta belki ters, duygusuz hatta ruhsuz gösterdim kendimi öyle de olmaya çalıştım çünkü güçlü olmak bu sandım... Ama içimdeki çocuğu öldüremedim... Neysen osun çünkü! Feriştahı gelse özümüzü değişemez! Özü kirli adam kirlidir. Bin dereden su gelse arınamaz. Özü saf adam kar gibidir... Üstüne bassalarda erir kendini yok eder, su olur yine yararlı olur... Kimseye zarar vermez...

Velhasıl kelam kimsenin hevesini kırmamak lazım. Biraz ince ve düşünceli olmak lazım. O, herkesin ağzına sakız olmuş ama çiğnemedikleri "empati" kelimesi var ya, hah işte onu kullanmak lazım! Kendimize yapılmamasını istediğimiz bir şeyi başkasına da yapmamak lazım.

Hepimiz insanıyız yaa... Gerek var mı gönül kırmaya?

 
Kral der ki: I don't know what to do with myself...



4 Mart 2013 Pazartesi

Çirkin ördek yavrusu

Eğer reenkarnasyon diye bir şey varsa ben kesinlikle önceki hayatımda 40'lar ya da 50'lerin Amerikası'nda yaşadım; kırmızı rujum, ojelerim, belden oturan dizaltında elbiselerim, 4-5 tane çocuğum, kocaman bahçeli evim, köpeğim ve salon erkeği kocamla birlikte...
 
Sonra kesinlikle ben bir halt ettim... Artık n'aptım bilmiyorum; kocamı mı aldattım, evi yakıp çocuklarımı mı öldürdüm, ve buraya 2. hayatıma cezalandırılmak için gönderildim!
 
Aksi takdirde 40-50'lerin kafasında, o zamanın modasına, idollerine, müziğine, yaşam tarzına takıntılı bir şekilde 2000'lerde kendimi çirkin ördek yavrusu gibi hissetmezdim değil mi?
 
Milenyum'a dair hiçbir şeyi sevmiyorum! Teknoloji, kadın-erkek eşitliği, hızlı tüketim, aile kavramının değerini yitirmesi, feminizm... Hepsinden nefret ediyorum. Kendimi de sıkışıp kalmış hissediyorum... Deli gibi, gençler içinde yaşlı gibi, askeriyedeki kadın gibi... Tuhaf, adlandıramadığım bir durumda...
 
En çok istediğim şeylere de en uzağım! Diyorum, kesinlikle cezalandırılıyorum ben burda...
 
Ha bir de kesinlikle ikizler burcuydum önceki hayatımda! Zaten "şizo" başka hangi burç var kı?
 
***
 
Marilyn Monroe, Angelina Jolie, Lana Del Rey... Eminim, tabiki de, doğal olarak birçok insan hasta bunlara ama benim bu 3 kadınla ilgili farklı bir takıntım var. Sanki bir onlar beni anlıyormuş gibi... Ablam gibiler... Aynı hasta beyinlere sahip gibiyiz... Hele Del Rey'in şarkıları... Yorum bile yapmak istemiyorum...
İkizler olma handikapından mı geliyor acaba bu yakınlık hissi? Hem karanlık, hem aydınlık olmak... Teşhisi konmamış çoklu kişilik bölünmesi yaşamak...
 
Tek bir farkım var ablalarımla; benim ünlü olma merakım ve isteğim yok. Hatta mümkünse olabildiğince sessiz, sakin, az insanla ve de huzurlu bir ömür sürmek istiyorum... Tabi cezalandırıldığım için hiçbir istediğimi elde edemiyorum... 
 
Kefaretim neyse lütfen ödemek istiyorum...
 

 

Kral der ki: Niye yazdın şimdi bunu peki?

3 Mart 2013 Pazar

Ben zaten kitabı da sonundan okumaya başlarım... Üzümün çöpü, armudun sapı...

Evet var! Kabul ediyorum var! Böyle bir huyum var! Huyum kurusun... Canım çıksın, var!

Kitabı da sonundan okumaya başlarım, sevgili aday adayının da adayı erkeklerle evlilik planları da yaparım!

Tanıştığım her erkeğe "potansiyel koca adayı" gözüyle bakma gibi bir huyum var! İlk 30 saniyede "ön elemeye" tutulur bu erkekler; sevimsiz bir sırıtması yoksa, gevşek değilse, çok konuşmuyorsa, alık alık bakmıyorsa, gevrek gevrek gülmüyorsa, boş gezenin boş kalfası değilse, üstü başıda temiz paksa benim için önelemeyi geçmiş demektir.

Sonra işte sıkıntı başlıyor!..

"Burcun ne?"

Ve ben başlıyorum içimden dua etmeye...

Allahım n'olur balık olmasın; bana göre fazla duygusal, fazla romantik... Rüya aleminde yaşayan, hayaller prensine tahammül edemem! "Mırç mırç" sevgi kelebeği... Ayyyhhh...

N'olur koçta olmasın! O dominant, ben dominant... 2 alfa olmaz bir ilişkide! Hem zaten işkolik olurlar, çekemem ben öyle hep iş iş iş...

İkizler? Yo yo yooo!. Benim yükselenim ikizler zaten, benden bir tane dahaya ne gerek var! 2 dengesiz, geveze birbirimizi yer dururuz artık!

Yengeçte olmasın... O da fazla duygusal! Sürekli 2 g*t bir donda gezemem ben kimseyle! Hem çok alınganlar... Her daim konuşmalarımı ölçüp, tartıp, biçemem!

Başak? Aman Allah korusun! Başaksan geri kaç! Temizlik hastası, duygusuz, ruhsuz, tuhaf... Böyle bir değişik... Ne olduğu belirsiz... Samimiyetsiz... Çıkarcı... İşine göre! Duygusal olduklarını iddia ederler ama ben daha hiçbir başağın duygusallığına şahit olmadım. Fazla içlerinde yaşıyorlar heralde! Zaten başağın birine vakti zamanında para kaptırmışlığım var o yüzden başak dendiğinde bile benim tüyler dikiliyor! (2 tane başak arkadaşım var: Arkadaşlar sözüm meclisten dışarı, lütfen üzerinize alınmayın. Ben koca adaylarından bahsediyorum. Ok? Çünkü biliyorum, bozulursunuz da söylemezsiniz ikinizde! ;) Seviyorum sizi Esra ve Atilla! ;))

Yay? Yaniiii... Yani iyi de yay ama işte arkadaş olarak... Ben onla anca gezerim, eğlenirim... Yayla evlenilmez ki... Yaydan çocuk yapılmaz ki...

Peki ya oğlak? Bir kere dünya görüşümüz farklı! Ben maneviyatı güçlü, hafif salaklık derecesinde Pollyannacı bir tipim. Oğlak? Tam zıttım! Daha manevi tarafı güçlü bir oğlak görmedim! Materyal dünyanın materyal beyinli insanları! Her şeye olumsuz tarafından bakarlar. Kendilerini sürekli garanti altında hissetmek isterler. "Napolyon" kafasında paradan başka bir şey olamaz odaklarında. Ayrıca çok da inatçılar! Fikirlerini kimse kolay kolay değiştiremez! Benim gibi temel ihtiyacı sevgi olan bir insan, temel ihtiyacı para kazanmak olan bir insanla anca rakı sofrasında anlaşır... O zaman oğlak; pas...

E kova? E o da çapkııııınnnn!!! Elinde tutamazsın ki! Kısıtlamaya gelemez ki! Fazla hareketli. Hızına yetişemem ben. Zekiler ya o yüzden! Beyin sürekli çalışma halinde, uyumuyor! Her gün yeni planlar, projeler... Evet güzel severler... Sevgilerini belli etmekten çekinmezler ama işte "çok" severler! Kalp geniş ya... Çok kişiye yer var orda... Ben "as"da olsam, yok uymaz bana. Gelemem ben kova yorgunluğuna!

Geriye kaldı; boğa, aslan, terazi, akrep. Aman ne güzel! %67 elenmiş oldu benim sevgili aday adayının adayları!

N'apalım nokta atışı yaparız bizde... Devam edelim...

Aslan? Aslan iyi hoş, karakterini çok severim. Hem de, hem kadınının hem erkeğinin! Asil olurlar... Ama işte bu aslanın da 3 çeşidi var; kardeşim gibiyse tamam! O da aslan... Kendimden çok onu seviyorum valla... Ama işte bu aslanın bir versiyonu da var; çok tembel! Tembel adamla olmaz! Bir versiyonu da var ki; gösteriş meraklısı, fazla egoist... Kendini fazla önemseyen ve öven insanlardan oldum olası hazetmem. Bırak senin hakkında başkaları güzel laf etsin!.. Neyse... Aslansa 2. elemelere kalabilir!..

Terazi benim burcum zaten. Boğayı da terazi gibi venüs yönetiyor. Evet ikimizde güzelliklere düşkün oluruz... Hayattan keyif almaya çalışırız... Pozitif insanlarızdır. Açıkçası boğayı tam anlamıyla çözmüş değilim. Biraz fazla ketumlar sanki... O zaman boğalar da 2. elemelere kalsın...

Terazi? İlk aşkımın burcu! Babam! Sonra bir de, ilk kalp çarpıntımın... Zaten başka da terazi tanıdığım yok. Babamla kuşak çatışmasından mı zıtlaşıyoruz yoksa terazi eşle de mi hırlaşırım bilemiyorum. Göreceğiz... Terazi babanın, terazi kızının, terazi kocası... Güzel olurdu değil mi? ;)

Akrep... Akrep... Akrep... Ah akrep... Vah akrep... Nerden başlasam... Nasıl anlatsam...
Gözlüksüz trafik levhasını seçemeyen ben, bir akrebi 1 km öteden tanırım. "Bela"nın kokusunu alıyorum heralde... Kanın vampiri çektiği gibi, ben de akrebi çekiyorum heralde... Tamam karşılıklı bir zaafımız var. Kabul!
Deyimler sözlüğüne geçsin: "En çirkin akrebin bile bir karizması vardır. - M.Y."
Oyunculuğunu ve karizmasını beğendiğim ünlülerin bile akrep çıkması enteresan değil mi? Ryan Gosling, Kıvanç Tatlıtuğ, Teoman, Leonardo Di Caprio...
Akrebi seviyorum çünkü karakter olarak benim zıttım ama duygusal olarak da terazi kadar yoğun. Hatta daha derin...
Ben tembelim, rahatına düşkünüm, keyfe kederim... O hırslı, azimli, pes etmeyen, yorulmayan, güçlü... Ben konuşurum, o dinler... Ben sevilmeyi severim, o sevmeyi sever... Ben giderim, o gelir... Ben saçmalarım, o dengeler... Akrep aldatır derler, yalaaannnn!!! Akrep sevdi mi çok güzel sever! Derin sever, dibine kadar sever... Ama işte gözü kör olasıca akrebinde bir huyu var ki, kendi kendini zehirli kuyruğuyla sokmasına neden olur! O noktada işte onlara kimse yardımcı olamıyor. Hoş, kimsenin de yardımını istedikleri olmaz! Huyları şu ki; bir sorunları, sıkıntıları oldu mu içlerine kapanırlar! Uğraş ki açasın! Zodyağın ağası ya bebeler kimseyle paylaşmazlar dertlerini. Çoğu da böyle anlarda, zaten eğilimleri olan alkol ve uyuşturucuya düşerler. Kendilerini herkesten uzaklaştırırlar. Vardırlar ama yoklardır... Bu durumda 2 seçenek kalır; ya susacaksın bekleyeceksin saklandığı yerden çıkmasını, ya da terazi gibi paylaşımcı, ortaklık burcuysan en başından bulaşmayacaksın akrebe!
O zaman iyisi mi biz akrebi de eleyelim!

Geriye kalan %25 lik şansımız boğa, aslan, teraziyle 2. elemelere devam edelim...

Daha, benim de ona uygun olmam, ailelerin uyuşması, dünya görüşü, kültür, eğitim, tensel uyum...

Ohoooo... Bu evlenenler nasıl evleniyor?..



Kral der ki: Deli değilim beeeennnn!!!

;)

İş

Daha küçücük çocukken yanılmıyorsam babaanneme sormuştum: "İnsanlar neden para kazanıyor? Herkes ihtiyacı olanı birbirine takas usulü verse ya..."

Babaannemin verdiği cevabı hatırlamıyorum! (İşime gelmeyen şeyleri unutma huyum çocukluktanmış...)

Sonra büyüdüm... Üniversiteye gittim... İşletme okudum. (Okumaz olaydım!) Neyse... Benim "takas" yöntemimin M.Ö 8000'le 5000 arası Cilalı Taş Devrinde kullanıldığını öğrendim! (Ne kadar çağ dışı bir insanım! Allah beni kahretmeye!)
Bir de Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisini öğrendim. ( Üniversiteye dair aklıma en net yerleşen sayılı konulardan biridir!)


Maslow'a göre, temel ihtiyacımız, "nefes alma, yeme, içme, uyuma, sevişme..." Sonraki ihtiyaçlarımız yukarda görüldüğü gibi 5 basamak olarak yukarı çıkıyor.

Fizyolojik(yeme,içme,ısınma,örtünme...) ve güvenlik ihtiyaçlarımız dışında hiçbir ihtiyacımız için paraya(!) ihtiyacımız yok! Başkaları ile ilişki kurmak, kabul edilmek, ait olmak, yeterli olmak, kişisel tatmin... Bunların hiçbirinin parayla pulla ilgisi yok!

Peki neden insanların çoğu ihtiyaçlar hiyerarşisinin en alt 2 basamağında takılı kalıyor?!

Neden insanların 2 cümlelerinden biri para ve para kazanmaları üzerine. Bir ben mi sevgi budalasıyım? Bir ben mi kariyere meraklı değilim? Bir ben mi gerçek hayatın burdan ibaret olmadığının, o yüzden elimizden geldiğince mutlu olmaya çalışmamız gerektiğinin farkındayım?

Tamam, vatandaş olmanın kolay olmadığı hatta vatandaşlık kelimesinin dahi anlamının ve haklarının bilinmediği bir ülkede yaşıyoruz. Dolayısıyla fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarımız için "mücadele" etmemiz gerekiyor. Bir İsveç değiliz, bir Norveç değiliz ne yazık ki... Ama abartmıyor muyuz?

İş, iş, iş... Çalışmaya harcanan zamanlarla hayatı ıskalamıyor muyuz?

Bir adam tanıyorum. İşinden dolayı karısının doğumlarına bile gitmemiş... Çünkü para kazanıyormuş... Onlar için!.. Sonuç itibariyle bu adam son 6 senedir "onlar" için para kazandığı sevdiklerinden uzakta ve parasız! En çok kullandığı cümle de; "hayatımı niye daha çok yaşamadım?!"

Uzun lafın kısası, tahammülüm yok sürekli "bırbır" işinden konuşanlara, yarış atı gibi yarışanlara, yetinmeyi bilmeyenlere, hep daha fazlasını isteyenlere, işlerinden dolayı sevdiklerini ihmal edenlere, gerekçe olarak da işini gösterenlere!..

Kral der ki: "Kariyer yapmak güzel şey ama soğuk gecelerde kariyerinize sarılıp ısınamazsınız." Marilyn Monroe

1 Mart 2013 Cuma

Köşe kapmaca

Neden erkekler köşeye sıkıştıklarında kaçarlar? Korkak oldukları için mi? Zayıflıklarını gizlemek için mi? Sorunlarıyla yüzleşemedikleri için mi? Kadınlar kadar cesur olamadıkları için mi?..

"Sıkışmak: 1- Birbirine basınç yapacak kadar yaklaşmak
                    2- Basınçla iki şey arasında kalmak
                    3- Dar bir yere zorla sığmak veya sığdırılmak"

***

Sorundan mı kaçarlar? Sorunun 2. tekil şahısından mı? Yoksa kendilerinden mi kaçarlar?..

Erkekliğin 10'da 9'u kaçmaktır diye bir kavram bile vardır literatürde!

"Kaçmak: 1- Kimseye bildirmeden bulunduğu yerden ayrılmak, firar etmek
                   2- Hızla koşup bir yere saklanmak
                   3- Kendini göstermemek, rastlaşmamaya çalışmak"

Bu durumda erkekliğin 10'da 9'u, sıkıştığında(dar bir yere zorla sığdırıldığında!); bulunduğu yerden ayrılmak, bir köşe bulup saklanmak, köşesine çekilip/sığınıp kendini göstermemek, rastlaşmamaya çalışmak oluyor...

İyiymiş... Değil mi?..

***

Peki doğalarında mı vardır bu davranış biçimi?

Genç, yaşlı; iş hayatında, aşk hayatında, arkadaşlıklarında, her daim böylelerse bu yaradılışlarından mı kaynaklanıyor?

Öyle değil mi? "Mış gibi" davranmak yani kaçmak erkeklerin temel felsefesi değil mi?
İş yerinde sorun yaşadıklarında hiçbir şey olmamış gibi davranırlar; ne gidip sorunu yaşadığı kişiyle konuşup uzlaşmaya çalışır ne gelip evde anlatır... Sevgilisiyle/karısıyla sorun yaşadığında susar; kadın kendi kendine kurar, kurar... Ayrılıklarda susar... Anlaşmazlıklarda kaçar... Verdiği sözü tutamadığında özür dilemek yerine susar, kaçar... Strese girince susar... Reddedilince küser... Maddi sıkıntısı olduğunda hepten içine kapanır ya da etrafa çatar ama konuşmaz! Sağlık sorunu oldu mu bebek gibi mızmızlanır ama doktora gitmez, derdini anlatmaz, susar... Kaçar!..

***

Köşeler hep kapılmıştır bu hayatta. Kadınların sığınacak liman aradığı dönemlerde, her bir köşeden bir erkek çıkmasının nedeni de budur belkide... Doludur çünkü köşeler...

Köşeye sığınanların sırtları güvendedir aslında. Arkalarını sağlama almışlardır. O yüzden ortada kalan kadınlardır. Kadınlar avdır... Gafil avlanandır...




 Kral der ki: Bir de kadınlara karışık derler... En azından onlar konuşuyor...

27 Şubat 2013 Çarşamba

Cevap...

Çift kişilik yalnızlık yazıma bir yorum gelmiş. Yayınlayım mi yayınlamayım mi diye düşündüm bir süre, çünkü belli ki beni "tanımayan" tanıyan biri... Belli ki biraz da öfkesi var... Sonra yayınlamaya karar verdim. Hiçbir değişiklik yapmadan yorumu olduğu gibi yazıyorum:


Adsız dedi ki...
Sen şuna kısaca "özgür kız imajımın altında iki deve üç koyuna gelin edilmeyi bekleyen anadolu kızı ruhuna sahibim, o yüzden bir erkek bulduğum an ne blogum ne facebookum kalır, kaybolurum, konuştuğum yazıştığım kim varsa anında alakayı keserim, Türk kızıyım işte, böyleyim" desene.

19/2/13 21:17






23 Şubat 2013 Cumartesi

Uzak durulması gereken insanlar

Yapı itibariyle doğru bildiğinde diretme, ne sebepten olursa olsun inanmadığı bir şeyi kati suretle yapamama gibi özelliklere sahibim.
Eskiden bu özelliklerim daha makro düzeydeydi; yanlış gördüğünü kabul etmemenin dışında düzeltmeye çalışmaya meyilliydim. Hele ki sevdiğim bir insanın "bana göre" yanlış bir şey yaptığını gördüğümde kendimi kahreder, onu da düzelene/düzeltene kadar sıkboğaz ederdim. Bir de ikna kabiliyetim yüksek olunca inandığıma inandırırdım.
İnandıramadıklarımdan da "asi" yaftasını yerdim. Sırf bu yüzden belki birçok kişinin anlık öfkesini kazanmışımdır.
Çünkü bu kolay olandır!..

Sonra değiştim... Hayır hayır insanları olduğu gibi kabullenmeyi öğrendim demeyeceğim! İnsanları olduğu gibi kabul etmek dünyanın en yapmacık hareketidir. Eğer biri için, "ben onu olduğu gibi kabul ettim yaaa" diyorsanız ya bir çıkarınız vardır ondan ya da kendinizi ezdiriyorsunuzdur ya da korkuyorsunuzdur! Aksi takdirde o, olduğu gibi kabullenmeye girmez, olduğu gibi "sevmeye" girer. (Kabullenmek: 2-Hakkı yokken veya istemeyerek kendine mal etmek.)
Bende bunu öğrendim. Kendi doğrumu bilirim, söylerim. Değişirse değişir, değişmezse olduğu gibi severim ya da giderim. Gidemiyorsam mesafemi koyarım...

Amma velakin... Tahammül etmekte zorlandığım bazı karakterler var ki...

  1. Kaba insanlar: Fiziksel ve ağız kaba kuvvetinden bahsediyorum. İstemediği bir söz işitince hemen saldırganlaşan ya da ağzını bozan insanlar. Özellikle bir erkeğin bir kadına kabalaşmasını kesinlikle hazmedemiyorum. Allahın fiziksel olarak kadından daha güçlü yarattığı erkekler kadına şiddetle neyin peşinde olabilirler ki? Bu Galatasarayla Bahçeköy Spor Klubünün maçının skor tablosuna benzemez mi!
  2. Yaptıklarının sorumluluğunu alamayanlar: Ortada bir başarı varsa ne hikmetse çok fazla sahipleneni olur ama eğer ortada bir yenilgi varsa hemen "yakar top" oynanmaya başlanır. İğneyi kendimize çuvaldızı başkasına...
  3. Hatasının sorumluluğunu alamayıp bir de üstüne başkasını suçlayanlar: En ifretlik olduklarım! Eyvallah hatanı kabul edecek "yüreğe" sahip değilsin ama be güzel kardeşim başkasına çamur atınca eline ne geçiyor?..
  4. Allah korkusu olmayanlar: Allahtan korkmayan(vicdanı olmayan) bir insanı ne değiştirebilirsiniz, ne olduğu gibi sevebilirsiniz. Çünkü vicdanı olmayan bir insan her zaman için "potansiyel zarar verici"dir. Hayvana zarar verir, topluma zarar verir, evinde zarar verir... Verir de verir... Çünkü kendine zarar verir!


Bu 4 gruptan kesinlikle uzak durulması gerektiğini düşünüyorum. Bunlar kolay kolay değişmezler, çünkü bu kişilerin kişisel tekamülleri başkasına zarar vermekten ibarettir! Bencildirler, korkaktırlar, acizdirler, iftiracıdırlar, kıskançtırlar, çıkarcıdırlar, hepbanacıdırlar, kalın kafalıdırlar...
Babaysa; babalığı batsın, kocaysa; kocalığı batsın, patronsa; parası batsın, kadınsa; kadınlığından utansın, insanım diyorsa; yazıklar olsun "esefle kınıyorum"...



Kral der ki: Mutlu etmek için önce kendin mutlu olacaksın...



22 Şubat 2013 Cuma

Ayrılık özürlü

Terazi için, ayrıldıklarıyla dost kalmayı başarabilen tek burçtur derler. Peki karşımızdaki terazi değilse? Mesela akrepse, acımasızsa... Mesela oğlaksa, ıssızsa... Mesela yengeçse, takarsa...
Mesela... Mesela...

Açıkçası ben, milletçe vedalarda başarılı olmadığımızı düşünüyorum. Sadece kadın-erkek ilişkilerinde değil; işimizden ayrılırken de, babamızın evinden hayallerimizi gerçekleştirmek üzere uçup giderken de el sıkışıp ayrılamıyoruz. Oyunun bittiği söylendiğinde mızmız küçük çocuklar gibi davranıyoruz. Sırtımızı dönüyoruz yüzümüze yansıyan acımız görünmesin diye!
Mutlu olamıyoruz giden adına! Benciliz... O da mutsuz olsun istiyoruz yolunda! O yüzden küsüyoruz, susuyoruz, ses çıkarmıyoruz ki giden huzura eremesin, aklının köşesinde bıraktığı yer etsin.
O kadar benciliz!..

Halbuki nolur iyi dileklerle birbirimizi uğurlasak? Arkasından su dökmemize gerek yok... İçini rahat göndersek yeter... Yetmez mi?

Vıcık vıcık "panpa" olmaya gerek yok. "Orda" olduğunu bilsek yetmez mi? Dünya hali...

Bunu yapacak cesaretimiz yok mu? O kadar mı özgüvensiziz? Yoksa gaddar mı demeliydim? Ya da kindar?

O kadar "bananeci" olmasak... Benden sonrası beni ilgilendirmez demesek. Arabamızı mı elden çıkarıyoruz da bizden sonra yapan arıza bizi bağlamasın?

Eskisi gibi nefesi olmamıza gerek yok. Nefesini tuttuğunu gördüğümüzde "nefes al" diye hatırlatsak yeter. Bundan paye çıkarmasak olmaz mı? İyi niyetin üstüne senaryo yazmasak fena mı?

İlişkilerde önce dostluk gelmez mi? Temelinde dostluk yatan ilişki daha samimi olmaz mı? Yoksa bu bana göre mi böyledir? Herkes böyle olmalı değil midir?

"Umrumda değilsin" tribi başka bir millette daha var mıdır acaba? Yoksa sadece bizde mi bir genetik kodlama hatası var?

***

Şahsım adına konuşacak olursam doğuştan sorunlu bir beyne sahip olduğum için bunu lehime çevirebilmeyi yıllar önce öğrendim. "Hafıza resetleme programı" gibi bir sistem var bendeki 1200 gramın içinde. Reset tuşuna bastığım an silebiliyorum her şeyi. Belki de bu sayededir çıktığım kapıları çarpmamam. Suratıma çarpılsa da kırılmamam. Yeri geldiğinde bendeki yedek anahtarı çıkarıp açmam...

***

Bence siz siz olun ne kapıyı çarpın ne de kendinizi içerden kilitleyin. Mazallah çıkmak istersiniz sizin anahtar açmaz, karşı tarafta yedek anahtar taşımaz... Aman diyim... Herkes ben mi? Herkes terazi mi? Ezik görünmek istemiyorsan temkinli olmak en iyisi...




Kral der ki: İlişki yaşamayı biliyor muyuz da ayrılmayı bilelim!

20 Şubat 2013 Çarşamba

İlham

O kadar hızlı duygu ve düşünce geçişlerim oluyor ki, anlık bir duygu yoğunluğuyla cümleler peşisıra aklıma üşüştüğünde yazmazsam kaçırıyorum cümleleri... Dönemiyorum sonra tekrar o duyguya...

36 saat önce, Anna Karenina vasıtasıyla beynim azgın ve derin sularda, intiharın eşiğindeydi. Gözyaşları içindeydi... Sarhoştu... Yalvarıyordu... İsyan ediyordu... "Gel beni kurtar, ölüyorum!" diyordu... Telefonu açmıyordu... Sırtımdan vuruyordu... Hayal kırıklığına uğratıyordu... Gelmedi... Ölmedi!..

24 saat önce, beynim masum bir aşkın pençeleri arasına girdi. Geçmişe döndü... Çocukluğuna... Geçmişin tatlı kokusunu burnunda hissetti... Güneş doğmuştu... Pencereden baktı... Karanlıktan aydınlığa çıktı. Tekrar hayata döndü. Umut doldu...

Şimdi... Beynim ikisini de yazmak istiyor. Nerden başlayacak bilmiyor...



Kral der ki: Aslında bu yazı biraz kendime not oldu.

16 Şubat 2013 Cumartesi

Bir erkek modeli var ki...

Her kadının karakterine göre "ideal olmayan" erkek tipleri vardır. Kimisi aşırı romantik erkek sevmez, kiminin yaş takıntısı vardır, kiminin performans takıntısı, vs... Bunlar kadının beklentilerine ve kişilik özelliklerine göre değişir... Yargılamak da kimseye düşmez...

Mutsuz olmak ya da geçici olsun istemiyorsak uzak durulması gereken fix erkek tiplerini de hepimiz biliriz:

  1. Ana kuzusu : Annesinden habersiz tuvalete gitmeyen, her şeyi önce annesine anlatan/soran, ondan habersiz k*çına don almayan erkekler bu grubun mensubudur.
  2. Baba parası yiyen : Belli bir yaşa gelipte hala ailesinin eline bakan ya da babasının parasına güvendiği için taş atıp kolunu yormayan erkekler. Kendilerine bile hayırları yoktur çünkü özgürlüklerini kazanmadıkları için sürekli hesap vermek durumundadırlar.
  3. Tembel : Ruhu tembel olan adamdan takdir edersiniz ki ne karısına, ne çocuklarına, ne ailesine hayır gelmez. Bunlar çalışmayı zul, gezmeyi sıkıcı bulurlar.
  4. Cimri : Cebinde akrep taşıyan, sürekli hesap kitap yapan, bir şey alırken 50 kez düşünen, pintiliğinden özel günleri ticari tuzaklar olarak değerlendiren ya da alman usulü kafasında yaşayan adamlar. Bunlarla 1 gün bile geçirmek insanın içini kıyar.
  5. Korkak : Büyük kararlar almaktan korkan, etraf ne der diye korkan, insanlardan korkan, hayattan korkan, kavgadan korkan, komşularıyla/patronuyla/akrabalarıyla tatsızlık çıkmasın diye asla fikirlerini beyan etmeyen, her daim ezilen büzülen... Yani korkak erkeğin hiçbir türlüsü makbul olamaz...
  6. Aşırı titiz: Sevişmek için bile belli standartları olan yoksa "sıkıntı" yaşayan grup! Bu gruptan bir erkekle birlikteyseniz seks yapmadan önce pantolonunu katlayıp kenara koyduğunu görmeye tahammül etmek zorundasınızdır! Fantazi desen hak getire! Çok takıntılıdırlar. Her şeyden mideleri bozulur, her b*ka alerjileri vardır. Sizden naif olan bu tiplerin yanında kadınlığınızdan utanırsınız. "Aman pantolonumun ütüsü bozulacak, burası ne kokuyor, evde hayvan beslenmez, yemeğin içine ne koydun değişik bir tadı var, ...", bu gruptan sık duyduğunuz cümlelerdir. Bu yüzdendir ki hep bunların çorbasından kıl çıkar, hep arabalar bunlara çamur sıçratır, bebekler hep bunların önünde kusar, kucağında s*çar...
  7. Kadından az kazanan: Bu durumu ego meselesi yapmayacak bilinç düzeyine sahip erkek yok denilecek kadar azdır. Geriye bu grubun 2 türlüsü kalır. Birincisi egolarına yenik düştüğü için hırçındır, kıskançtır, sürekli bir sidik yarıştırma durumundadır hatta şiddete eğilimi vardır. Aradaki 3 kuruşluk farkın yarattığı eziklikten dolayı kendine de kadına da hayatı zindan eder. Çocukluğuna inmek gerekir bu tiplerin. İkincisi bu yazının temelini oluşturan, benim en midemi bulandıran erkek modelidir; jigolovari igrenç bir grup.(Yazının sonunda bu gruba uzunca değinilecektir!)
  8. Alkole, uyuşturucuya, kumara eğilimi olan : Açıklamaya gerek bile yok!
  9. Yalancı : Tamam, ilişkilerde pembe yalanlar illa ki olur ama 1 olur 2 olur... Yalancılığı huy edinmiş adamla olmaaazzz! Şizofren eder adamı, paranoyak eder adamı böyleleri! Artık yalana o kadar alışmıştır ki bunlar gerekli, gereksiz her daim yalan konuşurlar. Sonra da "beni çok sıkıyorsun, bunaltıyorsun üstüme gelme" diye söylenir bu gruptakiler.
  10. Alıngan : Ne deseniz alınırlar, küserler. Ne konuşacağınızı, nasıl kendinizi ifade edeceğinizi şaşırırsınız bu karı kılıklı tiplerle!
  11. Tripçi : Ahh yazarken bile çıldırtan tipler! Trip atmanın kızların ata sporu olduğunu henüz idrak edememiş ve trip eyleminden nemalanmaya çalışıp kaybeden grup!
  12. Gevşek ağızlı: Her yaptığı dilinde olan korkulması gereken tipler. Erkeğe has ağırlıkları olmadıkları için hem sevimsiz görünürler hem güvenilmezler. Ne bileceksiniz sizle ilgili en mahrem sırları ifşa etmediklerini?..
  13. Sürekli pohpohlanmak isteyen : Bu erkek modelleri gazla çalışırlar. Yatakta, işte, her yerde... Bir şey yapmak için sürekli bir itici kuvvete gereksinimleri vardır ve de bundan müthiş bir tatmin duyarlar. Bana hep "Şaban"ı anımsatırlar. "İyiyim dimi?" "İyiyim iyiyim." "Evet yaaa ben çok iyiyim." "En mükemmel benim!" "Zaten bu işi benden iyi kimse yapamaz!" Gaza çabuk geldikleri gibi havaları da çabuk alınır bu modelin.
  14. İşiyle özel hayatı arasında denge kuramayan : Her şeyin önüne işini ve kariyerini koyan erkek. Dünyaya işinde en iyi olmak ya da sadece çalışmak gibi "ulvi" bir amaçla geldiğini sanıp hayatı kaçıran tipler. Sanki bir tek çalışan kendileriymiş gibi aradığınızda "çalışıyorum" diye azarı yersiniz ya da hiç açmazlar telefonu! 2 işi aynı anda yapamayan zeka ve duygu özürlü tipler! Zaten sonunda hep yalnız kalırlar!
  15. Gece hayatına eğlenmenin ötesinde düşkün : Bunlarla hayatta ciddi ilişki yaşayamazsınız. Zaten onlarında öyle bir beklentileri yoktur. Gecelik sabahlık ilişkilerin adamlarıdır. Kalplerini birine kaptırıp bağlılık gerektiren bir ilişkiye girseler dahi bir süre sonra bunalırlar ve yalan dolanla  gezme tozmalarına devam ederler. Dolayısıyla hır çıkar. Huzursuz, saçma sapan bir hal alır ilişki.
  16. Çok bilmiş : Genellikle orta yaştadırlar ve başlarından sorunlu bir evlilik geçmiştir. Sancılı bir ayrılık yaşadıkları için ermişlik seviyesine ulaştıklarını düşünen ve her konuda ahkam kesme hakkını kendilerine veren tipitipler. Eğitim seviyeleri genelde yüksektir bu grubun.
  17. Aşırı para düşkünü : Sürekli daha fazla nasıl para kazanırım hırsında olup beyni tilkilikten başka şeye çalışmayan makina kafalılar. İş mi yapıyorsunuz aşk mı yaşıyorsunuz anlamazsınız. "Para için anasını bile satar" atasözünün esin kaynağı grup!

Amaaaaa bir erkek modeli var kiiii; of of offff... Düşman başına... Gördüğünde kaçası geliyor insanın... Dinlerken, izlerken utanıyor insan. Tanımını bile bulamıyor insan bu grubun. Yukarda saydıklarımın hepsinden bir nebze içerir bu gruptakiler.
Şöhret düşkünü diyorum ben bunlara! Bir kere çok soğukkanlıdırlar. Akıllarından ne geçiyor asla anlayamazsınız çünkü taktik insanıdırlar. Attıkları her adımı "amaçları" uğruna atarlar. Amaçları çıkarlarıdır zaten. İlişkilerini bile bu sebeple yaşarlar. Bu gruptakilerle değil sevgili arkadaş bile olunmamalıdır bence. Ama işte o kadar zekilerdir ki gayelerini kolay kolay sezemezsiniz. Bunların teşhisini kolay koyamazsınız çünkü çok insancıl ve sevimli görünürler. Veriyor gibi görünürler ama aslında mutlaka ki sonunda almaktır amaçları. "Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez" zihniyetindedirler. Verdikleri "tavuğu" da anlata anlata bitiremezler. Övülmeyi çok severler. Yüzlerinde övüldükleri zaman hep aynı ifade vardır; istemem yan cebime koy! Görgüsüzdürler, gösterişi severler. Aldıkları her şey, gittikleri her yer dillerindedir. Doğal olarak marka düşkünüdürler. Parfüm aldım demezler, "Bana en çok Tom'un kokuları yakışıyor" gibi cümleler kurarlar. Tom Ford dayı oğullarıymış gibi! Hava 1500 dür yani. Bir yere gidiyorsa mutlaka görülmek için gidiyorlardır. Durmadan "check in" yaparlar zaten. Çoğu da yalandır! Saatlerini gözümüze sokmadıkları tek bir fotoğraf çekilmezler. 1 kere, bir yerde karşılaştığı bir ünlüden bile arkadaşı gibi bahsederler. Başkasının parasıyla hava atmaya da bayılırlar. Kendinden olmayanı hor görürler. Yanlarında kendilerinden alt seviyede bir insanla görülmek istemezler hatta karşılaştıklarında selam bile vermezler. Ağızları iyi laf yapar. Kendi yaptıklarını sanki Amerika'yı yeniden keşfediyormuşcasına öyle bir anlatırlar ki etkilenmemeniz münkün değildir. Dünya meseleleriyle uzaktan yakından ilgileri yoktur ama entellektüel havası estirirler. Dünyanın kendi etrafında döndüğünü düşünen bencil insanlardır. Yanlarındaki kadını da sosyal statüsünü yükseltmek için seçerler. Yanındaki kadın zengin, gösterişli hatta mümkünse ünlü ya da potansiyeli olsun isterler. Yanlarındaki kadına bakılması çok hoşlarına gider. Kadına nasıl davranılması gerektiğini çok iyi bilirler. Genelin aksine kadından daha açık giyinmesini talep ederler. Doğal olarak hiç kıskanç değildirler. Benim "godoş" dediğim tiplerdir! Jigolovaridirler ama tam değillerdir çünkü açıktan para almazlar kadınlardan. Sınıf atlamak için kullanırlar onları. Ben bu tiplerin duyguları, ruhları hatta karakterleri bile olmadığını düşünürüm. Bu gruptakilerin çeşitli versiyonları mevcuttur. Gördüğümde de kusasım gelir...

Eğer bu grupla ilgili yazdıklarımı anlamadıysanız çok şanslısınız! Böylesine hiç denk gelmediniz demektir.

Ya da sizi de uyutmuşlardır, bir daha düşünün bulursunuz...



Kral der ki: Bir sevgilim vardı, yazdıklarıma hep kulp takardı...

14 Şubat 2013 Perşembe

Aşka aşık

Kulağıma biri sanki, "happy fucking valentine's day honey bunny" diye fısıldadı ve uyandım...

***

Sevgililer günü...

Kimine göre commercial trap, kimine göre pure love...

Bana göre biraz, where the hell is my fucking prince charming, biraz missed you so bad...

***

2005 / Cranberries - Dying in the sun

Do you remember
The things we used to say?
I feel so nervous
When I think of yesterday
How could I let things
Get to me so bad?
How did I let things get to me?

2007 / Cranberries - Not sorry

...
I'm not sorry if I do insult you.
I'm sad, not sorry, 'bout the way that things went,
And you'll be happy and I'll be forsakin' thee.

I swore I'd never feel like this again,
But you're so selfish, you don't see
What you're doing to me
...
You told me lies, and I sighed, and I sighed
'Cause you lied, lied, and I cried, yes I cried, yes, I cry,  I try again.

2008 / Cranberries - I still do

I'm not ready for this,
Though I thought I would be.
I can't see the future,
Though I thought I could see.

I don't want to leave you,
Even though I have to.
I don't want to love you.
Oh, I still do.
...


2009 / Gwen Stefani- Early winter

...
My heart had a crash when we spoke
I can't fix what you broke
...
I always was, always was one for cryin
I always was one for tears
...
It Looks like an early winter for us
An early winter, oh I need you to turn me over


2011 / Lana Del Rey - Video Games

...
It's you, it's you, it's all for you
Everything I do
I tell you all the time
Heaven is a place on earth with you
Tell me all the things you want to do
I heard that you like the bad girls
Honey, is that true?
It's better than I ever even knew
They say that the world was built for two
Only worth living if somebody is loving you
Baby now you do
...


2012 / Lana Del Rey - Blue Jeans

...
You fit me better than my favourite sweater
And I know that love is mean, and love hurts
But I still remember that day we met in December
I will love you till the end of time
I would wait a million years
Promise you'll remember that you're mine
Baby can't you see through the tears
...
Said you had to leave to start your life over
I was like, no please, stay here
We don't need no money, we could make it all work
...
But when you walked out the door
A piece of me died
Told you I wanted more
That's not what I had in mind
Just want it like before
We were dancing all night
Then they took you away
Stole you out of my life
You just need to remember
...


2013 / Lana Del Rey - Never let me go

Hold me in your arms,
Love me like your best friends did,
Promise, I won't hurt you kid,
Hold me really tight until the stars look big,
Never let me go.
...
You can push your drugs and I can make it big
...
Honey, you and me can be one,
Just believe, come on.
...
If you love me hardcore, then don't walk away,
It's a game boy,
I don't wanna play,
I just wanna be yours,
Like I always say,
Never let me go!..

***

Farklı zaman dilimlerinde, farklı kişilerde, aynı şarkılarda, aynı duyguları hissediyorsak eğer, belki de bu aşka aşık olmaktır, sevilmeyi sevmektir; insan olmanın yetersizliğinden... İhtiyaçtan... Çift olmanın hazzından...

Marilyn gibi...



Peki ya aynı duyguları farklı şarkılarda hissediyorsak? Ya benim hissettiklerimi anlaman için sözlüğe ihtiyacın varsa?..


Kral der ki: Onca yalan, onca ihanet, onca sırttan vurulmadan sonra hala aşka inanmak belki de sadece aptallık derecesinde iyi niyetli olmaktır...


30 Ocak 2013 Çarşamba

İntikam neden soğuk yenir?

İntikam neden soğuk yenir hiç düşündünüz mü?

***

Yakın bir kız arkadaşım birkaç sene önce "hayatının aşkı", "evleneceği erkek" tarafından aldatılarak terk edildi! Acı olan ne aldatılması, ne terk edilmesi, ne de bu olaydan sonra hiçbir erkeğe güvenemediğinden dolayı "gerçek" bir ilişki yaşayamaması değil bana göre.. Acı olan bu aldatılışı öğreniş biçimiydi! Kendine deli divane olan, gözü ondan başkasını görmeyen erkeğin, mutlu mesut giden ilişkileri esnasında, her şey güllük gülistanlıkken bir gün onu araması ve telaşla, "az sonra seni bir kız arayacak yalvarıyorum ayrıldığımızı söyle!" gibi kalleşçe bir cümle kurmasıydı! Evet böyle alçakça bir ayrılış!... Erkeklik, mertlik, şeref, haysiyet gibi kavramların yok olduğu bir olay!..

Ve arkadaşım tek kelime etmemiş; kavga etmemiş, bağırmamış, küfretmemiş, ağlamamış... Sessiz ve sakince bırakmış çocuğu ve gitmiş... Olay yapmadan... Çocuğun da 2. kadını 1. kadın olmuş. Yeni esas kadınla 1 sene geçirmiş...

***

Ben bu olayı öğrendiğimde üstünden birkaç yıl geçmişti. Bu şerefsiz adam, uğruna evleneceği kızı derin yaralar açarak terk ettiği kızdan da ayrılmıştı. Çok soğukkanlı ve sakin bir biçimde anlatmıştı arkadaşım bana bunu. Köpeğim dışındaki tüm erkekler tarafından hayal kırıklığına uğratılmış biri olarak yara almanın ne demek olduğunu çok iyi bilsem de bu olay beni çok etkilemişti.

Bir gün, neden intikam almadığını sordum. Neden, "benim canımı 1 acıtanı ben 3 acıtırım" dememişti? Neden sessizce dönüp gitmişti?..

Soğuk yemek için!

İntikamın soğuk yenen bir yemek olduğunu biliyordu da ondan! Başına gelenleri anlattığı aynı sakinlikte, "alacaktım, zamanının gelmesini bekliyordum ama zamanı geldiğinde benim intikam isteğim kaçmıştı, bende tenezzül etmedim!" dedi...

***

"Akrepsever" bir insan olarak, zehirli kuyruğuyla sokmak için yıllarca fırsat kollayabilecek potansiyele sahip birkaç "intikamsever" tanımışlığım vardır. Hayatım boyunca kindar insanlara imrenmişimdir çünkü her istediğini elde eden insanlar onlar gibi görünmüştür hep bana. İyi niyetin bir tık üstü aptallıktır. Ben de geçmişime dönüp baktığımda hep "aptallıklarımın" bedelini ödediğimi görüyorum.

***

Saat sabahın 4'üne geliyor ve ben "hala" sorguluyorum, her bir saniyeyi tekrar tekrar tarıyorum... Düşünceler birbiriyle çatışıyor, duygular restleşiyor, istekler ne yapacağını şaşırıyor!..

***

İntikamın soğuk yendiğini söyleyen kim diye araştırdım. Çoğunluk bilgi, Fransa'dan anonim olduğu yönünde.

Bir şey fark ettim...

Bu cümleyi duyan, okuyan milyonlarca kişi yanlış yorumlamış! Herkes cümlenin manasını, sıcağı sıcağına bedel ödetmek yerine, ortalık sakinleştikten sonra hançeri kalbinin tam ortasına saplamak olarak anlamış. Yani işine geldiği gibi! Aranılan kılıf...

Beynimin bana bıkmadan usanmadan oynadığı çılgın oyunlar, karmaşık düşünceleri arasında bir şey fark ettim bu gece! İntikam soğuk yenen bir yemektir cümlesi sanılanın aksine ihtirastan bir milyon yıl uzakta, dünyanın en iyi amaçlarından birine hizmet etmek için söylenmiş bir cümle! Affetmek!

İntikamını soğuk ye diyerek bekletmek istemiş yüreği yanan kişiyi bu anonim, çünkü beklerse ateşi sönecek, acısı dinecek, vazgeçecek; bunu keşfetmiş bu anonim!!!



Kral der ki: Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az...

24 Ocak 2013 Perşembe

Çift kişilik yalnızlık

Tam tamına 1 yıldır kapalıydı blogum. Bir tek blogum mu? Twitter, facebook... Hatta bilgisayarı elime almadım 1 yıl boyunca. Tam bir inziva!

Onlarca kişinin "niye yazmıyorsun, ben senin yazılarını okuyordum, çok güzel yazıyordun" demeleri bile, beni şevklendireceğine, ben de bu kadar zaman yazdıklarım için pişmanlık uyandırıyordu. Evo's Angels'ın sahibi arkadaşım Evren Yaşlak'ı, geceturk.com'un sahibi arkadaşım Okday Kaçan'ı bile kaç defa aradım 1 yıl boyunca dergilerinde ve sayfalarında yazdığım yazıları silmeleri için. (Silmediler! :-|)

Sebep?

Sebep neydi bu kaçışın, bu içe dönüşün, hayatta en çok sevdiğim şey olan yazı yazmaktan kendimi mahrum edişimin?

Sanırım biraz toplum baskısı, biraz satürn etkisi... Bu yazdıklarımı babam okursa beni vurur, "olmayan" koca adayı da okursa beni almaz diye düşündüm herhalde! :-|

Sonuç?

Dayanamadım 1 ay önce nickname le bir blog daha oluşturdum. Yazmak, benim için boşalmak... Terapi... Beynimin içinde binlerce aşk yapan filleri sakinleştirmek...

Tabi o blog daha bir "serbest atış tahtası." Nasıl olsa kimse tanımıyor kafasıyla sinirlendiğim ya da üzüldüğüm şeylere ana avrat düz gidebildiğim bir yer, zayıflıklarımı, yenilgilerimi saklamaktan korkmadığım, güçlü durmak zorunda olmadığım bir saha benim için. Kafamı yastığa basıp hıçkıracağıma, çingeneler gibi ona buna çemkireceğime yazıyorum, boşalıyorum anasını satayım!

Başka ne mi yaptım? Kitap yazıyorum! Yalnızı kitabı da kendi adımla basmayacağım daha doğrusu basamayacağım (!) için güya kimseye söylemeyecektim. Söylemediğim kimse kalmadı maşallah. Ben zaten gizli iş yapabilsem... Nerdeeee ben de o sinsilik?.. Neyse...

Bir de burayı açtım yeniden işte. Niye mi? Ben de bilmiyorum!

***

Başlık mı?

Başlıkla konunun ne mi alakası var? Yine bir ayrılık... Yine yeni bir sayfa... Teşekkürler satürn! Teşekkürler 7. ev...

 
 
 
Kral der ki: Terazilere geçmiş, akreplerin Allah yardımcısı olsun! Satürn 2,5 yılda terazileri silkeleyip kendine getirdikten sonra şimdi akrepte...